☾ XXXIX

291 26 26
                                    

•

Oops! This image does not follow our content guidelines. To continue publishing, please remove it or upload a different image.

Görüyorsun ya, her anlatılan masalın mutlu bir sonla bitmediğini, işte o zaman anlıyordun biraz daha büyümenin ne demek olduğunu. Uykusuz gecelerinde tatlı bir ninniyle kandırılıp itildiğin düşler ülkesinde seni karşılayan hiçbir zaman sevdiklerin olmazdı. Kaçtıkların bir kafes gibidir, zihninin kendi esiri olursun bir daha hiç anahtarına ulaşamazsın. Kör bir karanlıktan çıkıp gelenler yolunu bulmana yardım etmez, umut etmekle kalırsın.

Ona inanmıştım, güvenmiştim. Bana açtığı kollarında göz yaşlarımı dökerken umutsuzca annemin geri dönmesini dilemiştim. Tutsak edildiğim her günümün bir cehennemden farksız olduğunu bilirken ona tek kelime bile dökmeye dilim varmamıştı, korkmuştum. Annemden sonra sahip olduğum bu sevgiyi de benden almalarından ama yanılmıştım işte, bazen insanların gözlerini boyamak için onların, o an en çok neye ihtiyaçları olduğunu bilmek de yeterdi.

O, ufak bir çocuğun duyguları ve hayalleri ile oynamıştı. Beni bir yalana inandırmıştı.

"Park YeongSoon." Diye mırıldandığımda bu anın gerçekliğini sorgular bir şekildeydi sesim. Birinin çıkıp bunun koca bir şaka olduğunu söylemesini bekledim ya da bu da başı sonu belli olmayan kabuslarımdan birisiydi sadece. "Yaşıyorsunuz."

Park YeongSoon, annem yaşarken de benim bakıcılığımı yapan kişiydi. Annemin kaybından sonra bana bakmaya devam etmişti ama ben lisenin ilk senesinden evi terk ettikten sonra bir daha onu görememiştim. Geri döndüğümde onu son defa görmek istemiştim ama bir gün öldüğü haberini almıştım. Kalp krizi denmişti. Kalbi daha fazla dayanamamış, evinde ölü bulunmuştu.

Mezarına gitmiştim.

Orada ağlamıştım ve bunu bir tek ben biliyordum. Benim aslında ne kadar yalnız ve mutsuz olduğumu bilen bir tek oydu. Bana cesaret veren, kendi ayaklarımın üstünde durmamı sağlayan, benimle bir anne gibi ilgilenen de oydu ama şimdi Jeno, annemin başına gelen her şeyi ondan öğrenebilmem için beni buraya göndermişti. Gerçeklerle yüzleşmem için buraya tek başıma gelmiştim.

Dizlerim titrediğinde daha fazla ağırlığımı taşıyamayacağımı ve yıkılacağımı düşündüm ama bu ağırlık benden kaynaklı değildi, yalanlarla ve aldatmacalarla dolu hayatımın omuzlarımdaki ağırlığıydı.

"Arina," dediğinde keşke yaşasaydı ve yanımda olsaydı, dediğim yüzüne baktım. Gözlerim kendimden bir kez daha nefret etmemi sağlayacak şekilde dolmuşken yüzünün hatlarını da bulanık görüyordum.

Değişmişti. Kaç sene geçmişti hatırlayamıyordum bile artık. Yüzü daha da çökmüş, kırışıklıkları birer vadi gibi aşındırmıştı yüzünü. Saçlarındaki beyazlar daha da artmıştı. Yaşlanmıştı ve zamanın etkisini her zerresinde taşıyordu.

"Ölmüş olman gerekirdi."

Hayır, en iyi tanıdığımı düşündüğüm birisinin yaşadığının sevincini taşımaktan ziyade ölmüş olmasını diledim. İlk defa birisinin ölü olmasını bu derece istemiştim, çünkü biliyordum ki bu sorgu odasının birebir kopyası olan odada olduğu sürece, benim anılarımdaki kişiyle uzaktan yakından alakası olmayacaktı.

Where The Shadow EndsWhere stories live. Discover now