☾ LIII

148 24 51
                                    

Yaz aylarını hep sevmiştim. Bana sıcak bir akşamda aileyle bahçeye oturup gülüşüp şakalar yapılabilecek bir izlenim vermiştir her zaman. Kış gibi soğuk ve yalnız hissettirmez, sonbahar gibi hüzünlü, ilkbahar gibi beklenti dolu da hissettirmezdi. Yaz hissiyatı hep farklı ve unutulmadık olmuştur bana ama ilk defa bu yaz, bu mevsimden de nefret edebileceğimi hissetmiştim.

Sıcak bir akşamdı, Ay ışığı olabildiğine parlak bir şekilde saçılırken yer yüzüne gereksiz sokak ışıklarına ihtiyaç duymaya gerek yoktu. Eğer sıradan bir hayatım olsaydı ve Jeno da yanımda olsaydı belki aklı bir karış havada gençler olur, sabahın ilk ışıklarına kadar dolaşabilirdik el ele caddelerde. O zaman hayatın sıradanlığından sıkılır bir macera arardık kendimize, sonra bir sokak arasında sarmaş dolaş birbirimizi delicesine öpebilirdik. Bunun hayali güzeldi ama gerçek olması, işte bunu hiç yaşayamayacağım için daha ilerisini hayal edemiyordum.

Sonra bir sarsıntı, güçlü bir yel beni o kadar sert itiyordu ki düşmemek için bir şey arıyordu ellerim. Ama bu düşüş, hayallerden çıkmak ile ilgili değildi bu korkunç gerçeğin karşımda soluk almasıydı.

Babam, hiç de bu havaya uymayan simsiyah bir pardösü giyinmiş, askeri postalların sardığı ayak bileklerine kadar iniyordu. Kafasında siyah bir beyzbol şapkası, yüzünü neredeyse saklıyordu. Neredeyse onu tanıyamıyordum. Neredeyse yanından geçip gidecektim hiç onu bilmiyormuş gibi, ta ki adımı söyleyene kadar.

Düşmemek için gösterdiğim çaba göz yaşartıcıydı. Elim en sonunda merdivenin buz gibi olan korkuluğunu sıkı sıkıya sardığında, bir karıncalanma omzuma kadar tırmandı.

"Baba?" dedim sesim bana bile yabancıydı. En son ne zaman onun bu simsiyah kesilmiş gözlerine bakarak bunu söylemiştim hatırlamıyordum bile. "Bu sen misin?"

Hayal ürünü diye bekledim. Yoona'nın gelip sarsarak beni uyandırmasını, ya da az önce Jeno'nun kollarında tekrar uyuyakalmıştım da o da kulağıma yumuşak bir sesle adımı fısıldayarak uyandıracaktı beni.

"Tanıyamadın mı beni?"

Dudaklarım aralanmış, aldığım her soluk damağımı kupkuru kesiyor, sözler yapışıp kalıyordu. Dişlerimi sıkıca birbirine bastırdığımda yutkundum sert bir şekilde. "Burada ne işin var?"

"Bu beklediğim karşılama değildi."

Şok içinde rahat tavrına baktım. Ne yaptığının farkında mıydı? Buraya nasıl gelebilirdi? Herkes onu arıyorken, aylarca gün yüzüne bile çıkmamışken şimdi onu buraya getiren ne olmuştu?

"Birileri seni görebilir." Dedim sesimi kısık tutsam da dehşet elimi uzatsam hissedeceğim yoğunluktaydı. Jeno, aşağıdaydı. Beni bekliyordu. "Buradan gitmen gerek, hemen!"

Sanki her an birileri ortaya çıkacak gibi merdiven boşluğunu kontrol ediyordum ama benim kapana kısılmış can derdindeki fare olmam ile babamın avını yakalamış bir kedi gibi rahat olması saçmalıktı.

"Cho KwangMin'in seni kaçırdığını duydum. Gelip kendi gözlerimle durumunu görmek istedim."

O kadar havadan sudan bir tonla konuşuyordu ki aklım almıyordu. Yoksa yaşananlar benim hayal ürünümdü ve ben de paranoyak davranıyordum. Babam uzun bir iş gezisinden gelmiş ve gelir gelmez de beni ziyaret etmişti. Olamazdı ama. Yaralarım hala sızlıyordu.

"Bunu nereden öğrendin?"

"Elbet benim de kaynaklarım var kızım." dedi kendini beğenmiş tavrından ödün vermeyerek. "Seni merak ettiğim için geldim."

"Benim için endişe duymak için geç değil mi sence de?" dedim tükürür gibi. Ona yaklaştım bir hışımla. İşaret parmağımı göğsüne dayayıp nefretimi, kırgınlığımı, öfkemi daha yakından görsün istedim. "Beni tüm bu pislikle bir başıma bıraktın." Sesim umduğumdan daha yılgın çıkmıştı. Gücenmişlik açık seçik duyuluyordu ve bunu babamın gözünde de gördüm. Bana ne yaptığının gayet farkındaydı ama onu az çok tanırdım, pişman olmazdı, ders çıkarmazdı.

Where The Shadow EndsWhere stories live. Discover now