☾ LXV

105 18 36
                                    

Panzehri olmayan bir zehir durmadan içimde yayılıyor, damarlarımdaki kana karışıyor, aklımı bulandırıyordu. Bir saniye bin yıl gibi geliyor, zaman anlamsız, acıların hiç geçmediği dipsiz bir çukurdu. Ne hissettiğini bilmemek, ne konuştuğunu duyuyor, ne ağlayabiliyor ne de çaresizce geri dönmesi için Tanrı'ya yalvarabiliyordum. Biliyordum ki hiçbiri bir anlama sahip değildi bu saatten sonra.

İnsan sevdiği birisini kaybettikten sonra fark ediyordu ki hayatın rengi bile onlarla bir anlam kazanıyordu. Yoona. Adı şimdi dilimde yapay bir tat bırakıyor, gerisinde bir acı dilime kıymık gibi batıyordu. Kan sızıyordu anıları ile dokunduğu her bir noktada, içim parçalanıyordu ama bu acıyı benden söküp almaları için sesimi çıkarmıyordum.

Acı çekmek istiyordum.

Çünkü bu hiç geçmeyecek olan ıstırabı hak etmiştim.

Ona kızgın ve kırgındım. O gittikten sonra fark ediyordum ki bu yaşadığımız kelebek ömründe bunların hepsi anlamsızdı. Şimdi geriye ne kızgınlığım ne de kırgınlığım kalmıştı. Sorsalar neye bu kadar içerlediğimi bile hatırlamazdım ama o gittikten sonra bunların bir anlama gelmediğini de görüyordum.

O ölmüştü.

Hayır, onlar benden bir kız kardeşi koparmışlardı.

Üstünden bir saat mi geçmişti yoksa bir ay mı geçmişti emin olamıyordum. Buraya nasıl geldiğimi bile güç bela hatırlarken hala nefes alıp veriyor olmak katlanılmaz bir hal almıştı. Yattığım yerde, cenin pozisyonu alarak yorganı kafama kadar çekmiş, bir adım bile yataktan dışarı çıkarmadan yatıyordum. Arada kapının açılıp kapandığını duyuyordum. Bir el saçlarımda belli belirsiz geziniyor, bir şeyler söyleyen ses tanıdık gelse de bir türlü gözlerimi açıp kim olduğuna bakmak içimden gelmiyordu.

Burası, bulunduğum bu yer, çok karanlık ve havasızdı. Bedenen başka bir yerde olsam da ruhum bir kapana kısılmıştı. Kurtulamıyor, kıpırdandıkça daha da dibe batıyordum. Gün ışığına bir daha ulaşamayacağımı anlıyordum en sonunda. Bu kayıp diğerlerinin çok ötesindeydi. Benden de büyük bir parçayı alıp koparmışlardı. Sanki çok önemli bir uzvumu da almışlardı. Onsuz bir hiçtim.

...

Ne zamandır o yatakta, o odada yattığımdan emin değildim ama akşam vakti olduğu bir zaman bir şey içimde bir kıvılcım gibi belirmiş, bir saman alevi gibi gitgide büyüdüğünde içimde tarifi imkansız bir nefretle boğulmuştum. Bu nefret o kadar büyüktü ki bir daha onsuz nefes alamayacağımı hissettim.

Yataktan kalkarak odanın haline bakındım. Shotaro'nun bizim için ayarladığı ufak depo benzeri yerdi. Yatağın yanında yemem için bırakılan ama ağzıma bir lokma bile sürmediğim yemeklerle dolu bir tepsi vardı. Ona boş bakışlar atarak ayaklandım ve banyoya girerek hızlı bir duş aldım. Biraz olsun kendime gelebilmek için, bana kim olduğumu hatırlatabilmem için kaslarımı gevşetip zihnimi bu içinde yüzdüğüm hüzün çukurundan uzaklaştırmam gerekiyordu.

Buraya öncesinde getirdiğim birkaç parça kıyafetten birisini üstüme geçirdikten sonra sakin adımlarla odadan çıktığımda salon kısmında oturan üçlüyü gördüm. Jeno beni gördüğü an adımı söyleyerek ayaklandı. Jaemin kaşlarını çatmış, sanki yatakta uzanırken öylece bir yara alıp almadığımı değerlendirir gibi inceledi beni. Shotaro şaşkın bir şekilde gözlerini kırpıştırırken Arina değil de bambaşka birisi ile karşılaşmış gibi baktı.

Onları es geçtim. Adımlarımı birkaç oda ötede olan kapıya yönlendirdiğimde Jeno uyarır bir tonla mırıldandı ama sesler bana çok uzakta geliyordu.

Kapıyı açtığımda babam olacak adamı hala sandalyede bağlı halde gördüm. Yüzü sağlam, bedeninde hiçbir yara izi bile yoktu. Burada tutsak mı yoksa misafir mi olduğu belli olmuyordu bile. Buranın asıl sahibi kendisiymiş gibi sırıttı beni gördüğünde. Benim gelmemi bekliyordu: İşte gelmiştim.

Where The Shadow EndsWhere stories live. Discover now