Her şeyi yok edebilecek bir gücün olduğunu düşünürsün. Kimse karşında duramaz, en yenilmez sen sanırsın. Kalbin taştandır sanki, ne kolay kırılır ne de kolay ısınırdı. Kaybedecek hiçbir şeyim yok derken aslında çok daha fazlasının olabileceğini görürdün.
Verdiğim karardan emin değildim. Yapıp ettikten sonra pişmanlık duyan bir insan değildim ama şimdi göğsümün ortasında yanan bir yas hiç dinmeyecek gibi tüm bedenime yayılıyordu. Park YoungSoon ile birlikte tüm çocukluğumu ve gençliğimi de silmiş gibi hissediyordum.
"Arina?"
Tanıdık nahif ses ile birlikte kafamı kaldırıp karşımda beliren genç kıza baktım. Çalıştığı kafe-bara gelmiştim. Garsonlardan birisine onu sorduğumda birkaç dakikaya burada olacağını söylemişti. İşte şimdi de karşımda, neden buraya geldiğimi sorguluyordu.
"Merhaba." Diye mırıldandım tezgaha yaklaştığında. Beline astığı iş önlüğü vardı. Yüzü yorgun olsa da makyajı ile toparlamıştı fazlasıyla. O son zamanları atlatmaya çalışıyordu.
"Neden buraya geldin?" Etrafına bakındı sanki birileri bizi dinleyecekmiş gibi ama çevremizdeki herkes kendi ufak dünyasındaydı.
"Seni merak ettim." Dedim dürüst bir sesle. Ellerim sipariş ettiğim filtre kahvenin beyaz kupasının etrafına sarılmıştı. Bu havada pek tercih edilecek bir şey değildi ama garson sanki bir şey sipariş etmezsem Dain'i çağırmayacağını ima eder gibi ısrarla bakınca ilk aklıma geleni söylemiştim. "Son olanlar için üzgünüm."
Afalladı, gözlerinde bariz şaşırdığını gördüm. "Bunun için mi geldin gerçekten?" dedi kafasını iki yana salladı. Ellerini uzamış karamel tutamlardan geçirdi. "Olanlar için üzüldüğünü söylemek için mi buraya kadar geldin?"
"Ben-" dedim bocalayarak. Kaşlarım çatıldı ve ifademe de yansıdı kafamdaki karmaşa.
"Arina," dedi daha sakin bir sesle. "Başımıza ne geldiğinin ciddiyetinin farkında değilmiş gibisin. Üzgün olduğunu söylüyorsun sanki bunlar olan sıradan bir meseleymiş gibi. Normaliniz buymuş gibi." Derin bir nefes aldı. "Normal bir hayatın olmadığını tahmin edebiliyordum ama bu, aklımın hayalimin almayacağı türden bir şey. Ben bir ana denk geldim ama siz bununla yaşamak zorundasınız. Bana bir özür borçlu değilsin elbette ki."
Dudaklarım aralandı. Kısa bir an sözlerinin nasıl balyoz etkisi yarattığına tanık oldum. Bunu aslında hiç düşünmediğimi fark ettim. Bu yaşananları, kaderimizi kanıksamıştık.
"Yine de böyle bir şey tanık olman seni kötü etkilemiş olmalı. İyi görünüyorsun ama."
"İyiyim, biraz da olsa. Toparlanıyorum." Yutkundu. Gözlerini kaçırdı. "Senin için endişelenmiştim. Bir an seni gerçekten de orada bıraktıklarını sandım ama Jeno anlattı."
Adını duymamla irkildim ama ifademi olabildiğince sabit tuttum. Açık vermenin bir anlamı yoktu. Jeno, Dain'le konuşmuştu. Ona bilmesi gereken her şeyi anlatmıştı. Peki ya bizi?
Ben cevap vermediğimde devam etti: "Jeno nasıl? Onu o günden sonra görmedim bir daha."
Kafamı salladım. "İyi o da."
Hafif bir sesle güldü. "Jeno," dedi bir duraksamanın ardından. "onu gördüğümde bambaşka bir insana baktığımı sandım. Zamanın bir insanı bu kadar değiştireceğini hiç tahmin etmemiştim."
Ben ise onunla birlikteyken nasıl bir Jeno olduğunu merak ediyordum. Daha mı çok gülüyordu, daha mı mutluydu, çok konuşur muydu, nasıl bir hayatı vardı? Bunları ne yazık ki hiçbir zaman öğrenemeyecektim çünkü şu an nerede olduğunu bile bilmiyordum. Gelir miydi artık o da belli değildi.
YOU ARE READING
Where The Shadow Ends
Fanfiction[Nesta] İlk defa bu dünyada gerçek bir arzum olmadığı için korkmuştum. Sonra o geldiğinde, göğüs kafesimin içindeki o terk edilmiş şehri baştan inşa etmeye başladı. Her bir köşesine kendinden bir parça yerleştirirken hiç düşünmedi, bir gün o gittiği...