Yusuf Belkıs Sultanı konağa bırakıp ikindi namazını da kıldıktan sonra ustasının yanına sahaf dükkanına sürdü arabasını. Arabasını park etikten sonra besmele çekip içeriye girdiğin de ustasının müşteri ile ilgilendiğini görünce sessizce etrafı incelemeye koyuldu. Bu sırada dükkanda daha önce fark etmediği yeşil bir çerçevenin içindeki ebru dikkatimi çekince ona doğru yaklaştı. Yeşil dallarından dallanmış olan yaprakların eşliğinde alt kısmında iki tane nara benzeyen tomurcuk baş gösterirken üst tarafında kırmızı iki tane açmış çiçek vardı.
"Hoş geldin Yusuf'um"
Ustasının sesini işitince ustasına dönüp cevap vermiş, daha sonra da önünde bulunduğu ebruya bakışlarını tekrar çevirmişti.
"Bu ebruyu yeni mi astın usta?"
Sorusuna ustası hafif tebessüm edip başını olumlu anlamda salladığında bir soru daha yöneltmişti.
"Bu çiçeğin bir adı var mı?"
Yusuf oldukça merak etmişti bu çiçeği. Çünkü alt tarafına bakınca nara benziyordu ama üst tarafına bakınca da çok güzel bir çiçek vardı.
"O çiçeğin hem bir adı hem de bir hikayesi var Yusuf'um."
"Nedir ustam?"
Bunu söylerken aynı zamanda ustasının karşısındaki hasır tabureye çoktan oturmuştu. Mustafa amca ise büyük bir sükûnetle hafifçe gülümseyip başladı bu çiçeğin hikayesini anlatmaya.
"İşte efsaneye göre Cihangir hanlığının genç, yağız prensi Salim Şah bir gün bir rakkasını gördüğü Analika isimli güzel kıza aşık olmuş. O anda bir kıvılcım ile başlayan bu aşk büyüdükçe büyümüş, yüreklere sığmaz olmuş. Bu yüzden prens, Analika ile evlenmek istemiş ama ülkesinin kurallarında bir prensin halktan biriyle evlenmesi yasakmış. Ama gönül bu ferman da dinlemez kural da. İkisinin arasındaki bu aşk harlandıkça harlanmış kulaktan kulağa bütün hanlığa yayılmış. Dilden dile onların bu büyük aşkı konuşulur olmuş.
Tabii prensin babası Han Akbar için bu aşkın hiçbir oluru yokmuş. Oğlu ile halktan bir kız asla evlenemezmiş. Bu kabul edilir bir şey değilmiş bir kere. Ama prens tüm itirazlara, tüm karşı çıkışlara rağmen Analika' dan bir an bile vazgeçmeyi düşünmeden aşkının büyüklüğünü anlatırcasına hüküm sürüyormuş tüm hanlıkta.
Ee bu aşk dillendikçe çevre hanlara da yayılmış ve durum iyice içinden çıkılmaz bir hal almış. Bunu gören Han Akbar birbiri için yanan, aşk ile dolup taşan bu iki gönlü ayırmaya karar vermiş. Bulduğu yöntem ise oldukça zalimce...
Güzel Analika'yı ibret olsun diye kentin ortasında penceresiz, daracık inşa ettirdiği odaya haps etmiş. Hatta onu odaya koyduktan sonra kapısını da örüp dört duvarın içinde güzel Analika'yı bir anlam da ölüme terk etmiş. Bunu duyan Salim Şah'ın ise elini kolunu bağlayıp bir şey yapmasını engellemişler. Prens üzgün, çaresiz halde iken bu aşkı efsaneleştiren halk ise her gün bu hücrenin önüne gelip hanın insafa gelip Analika'yı affetmesini bekleyip, bunun için dua eder durur olmuşlar.
Zaman ilerlemiş artık ne halkın ne de prensin bir umudu kalmış. Çaresizlik herkesin üstüne çökmüş. Zaten bu saatten sonra o duvarlar yıkılsa bile Analika'nin o daracık havasız yerden sağ salim çıkma ihtimali de yoktur. Halk artık bu hücrenin önüne gelmeyi kesmiş ama bizim mecnun olan prens o duvarların önünden bir an ayrılmaz olmuş. Gözleri kapının örüldüğü duvarda sessiz bir tevekkül ile beklemeye devam etmiş.
Bunun üzerine mevsimler değişmiş, bahar gelmiş. Ve günlerden bir gün o taş duvarda bir hareketlilik olmuş. Prensin gözünü hiç ayırmadığı o duvarda, güzel Analika'nın girdiği kapının taş örgüleri arasından ince zarif bir dal filizlenmiş. Bunu duyan halk tekrar hücrenin önünde toplanmaya ve her gün bu yaşam filizini izlemeye başlamış. Günler geçtikçe yeni dallar, yeni filizler çıkmaya başlamış o taş duvarın bağrından. Sonra o dallarda tomurcuklar baş göstermiş ve sarmış duvarın dört bir yanını.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Tevekkül-ü Aşk
Spiritual-TAMAMLANDI- Tevekkül, yalnızca Allah'a olandır. Bir tek O'na teslim olmak ve bir tek O'ndan beklemek her şeyi. Bunun bilincin de olan bu iki insan da Allah'ın onlara nasip ettiğinden öteye gidemeyeceklerdi. Çünkü aşk, ansızın kapıyı çalıp yavaşça...