Oturduğum koltukta önüme bırakılan plastik bardaktaki soğuk suya uzanırken, ellerimdeki gittikçe şiddetini yitiren titremeyi göz aradı etmeye çalışıyordum. Çantamın içindeki telefonun titremesiyle bardağı önümdeki sehpaya bırakıp telefonu çıkarıyorum. Küfür etmeyi sevmem, yanımda edilmesinden de hiç hoşlanmam ama şu anki durumum için terbiyesiz bir küfür savurabiliyor olmayı isterdim. FaceTime çağrısı sona erdiğinde derin bir nefes almak üzereyken yeniden aynı uyarı belirdiğinde daha fazla sorun çıkmaması adına, zira ben telefonu açmazsam o ulaşacak illa birilerini bulur, çalan telefonu açıyorum ve arkama yaslanıp rahat bir görünüm verme çabasına giriyorum.
Herhangi bir şey söylemeden dikkatle yüzümü incelemesi sona erdiğinde tüm dikkatini gözlerime veriyor. "Ne bok yedin acaba yine?" Aslında teknik olarak yediğim bir bok yok ve böyle ithamlardan hoşlanmıyoru . Bu nedenle çatılan kaşlarımı önemsemeden oturduğum yerde dikleşiyorum. "Hiçbir şey yapmadım. Ne yapacağım acaba ben?" Hiçbir anı kaçırmak istemez gibi bir saniye gözlerimden çekmediği bakışlarını kısıp mümkünmüş gibi daha dikkatli bir şekilde süzüyor yüzümü. "Gözlerin kızarmış. Ayrıca arkandaki afişten anladığım kadarıyla hala emniyettesin. Bir tanık ifadesi için gereksiz bir süreden bahsediyoruz. Belli bir şeyler olmuş." Hiçbir şey söylemeden öylece yüzüne bakarken sağ işaret parmağını uzayan sakallarının arasında gezdirip ekrana doğru uzatıyor. "Merak ettiğim şey, gözlerinin üzüntüden mi yoksa öfkeden mi bu hale geldiği." Kısa bir soluk verip gözlerimi kapatıyorum. Bu kadar iyi tanınmak, bu kadar açık bir kitap gibi okunmak sinirimi bozuyor, ama ağzımı açıp bir şey diyemiyorum. "Öfkeden." Az önceki düşünceli halinin yerini alaylı bir gülümseme alıyor mırıldandığım kelimenin ardından. "İçim rahatladı." Dudaklarındaki gülümsemenin gözlerine de yansıdığını gördüğümde ben de nihayet gülümseyebiliyorum. "Allah cezanı vermesin ama kaç gün oldu farkında mısın?" Kuzey ekranı kendinden uzaklaştırıp etrafını gösterdiğinde dudaklarımı birbirine bastırıp duygularımı olabiliğince sabit tutmaya çalışıyorum. "Valla güzelim, fazla güneşlenmekten ikinci derece yanık olmuş muhteşem göğsümde, üstelik Şubat ortasında, o yüzden arayamadım, serum alıyordum." Söyledikleriyle dalga geçtiğini bilsem de kaşlarım çatılıyor. "Dalga geçiyorum ayağına gerçek bir yanıktan bahsetmezsin sen bana değil mi?" Derin bir nefes alıp dilini üst damağında şaklatıyor. "Yapmam öyle bir şey. Boşver beni." Durup kısa bir soluk veriyor ve bir saniye kadar bir süre için gözlerini kapatıp açıyor. Bu hali istemsizce beni gülümsetirken o sıkıntıyla kıpırdanıyor yerinde. "İstanbul nasıl?" Kuruyan dudaklarımı ıslatıp sahici bir gülümseme sunuyorum Kuzey'e. Zira en son istediğim şey bile değil canının derdindeyken aklının burada kalması. "İstanbul bugün yorgun, üzgün ve yaşlanmış. Biraz kilo almış, ağlamış yine.." kısık sesle söylediğim şarkıya koca bir kahkaha attığında ben de mini konserime son veriyorum. "Bunu ona da söylemek ister misin? Çünkü kilo aldığını duyduğunda vereceği tepkiyi görmek isterim." Ne dediğini fark edince gülümsemesi yüzünde donarken benim yüzümde de acı bir gülümseme peyda oluyor. "Peki sen onu görmek istediğini söylemek ister misin?" Bana bir cevap vermek üzereyken başka bir ses duyuyorum. "Abi hareket var." Kuzey oturduğu kayanın üzerinden hızla doğruluğunda içinde bulunduğum odanın kapısı da açılıyor ve içeriye Ali Kemal giriyor. "Seni sonra arayacağım. Ortalık sana emanet. Dikkat edin kendinize." Kulağıma dolan silah sesleri ellerimin buz gibi olmasına sebep olurken kapatacağını biliyorum ve aklının burda kalmaması için kalan son gücümle başımla sallayıp onaylıyorum onu. "Asıl sen dikkat et. Ayağınıza taş değmesin." Kapanan telefonun ardından bir süre bomboş bir şekilde karanlık ekrana bakıyorum.
Üzerimdeki bakışlara daha fazla kayıtsız kalamayacağımı anladığımda ben de uzun yıllardır görmediğim ve rengini asla bilemediğim gözlerin sahibine çeviriyorum bakışlarımı. Sakallarında gezen parmakları ve yüzünde onu ilk gördüğüm andaki gülümsemesi ile seyrediyor beni. Elini yüzünden çekmeden işaret ve orta parmağını birleştirip çenesinin sağ köşesine vuruyor iki defa yavaşça. "Farklı yer acıyı bölüştürür." Kurduğu cümle yüzümde buruk bir gülümsemeye neden olunca onun yerine ben tamamlıyorum devamını. "Aynı yer adamı darmadağın eder." Kurduğum cümle kaşlarının çatılmasına neden olunca bir anlık gözlerimi kaçırıyorum. "Bunları akademide mi öğretiyorlar size?" Sırtını yasladığı koltuktan ayırıp masaya tutunarak kendini çekiyor ve kollarını masaya dayayıp bedenini hafifçe bana doğru eğiyor. Hafifçe başını yatırıp sağ gözünü kırptığında hızlanan kalbime sağlam bir yumruk geçiresim geliyor. "Sana nerede öğretiyorlar?" Bir kez daha kaçırdığımda bakışlarımı odanın içinde dolaşıyor gözlerim. "Öğrendik biz de sekiz on senede bir şeyler." Dudakları arasından çıkan histerik bir gülüşün ardından onu fark ettim diye mırıldanıyor. Az önce Kuzey ile konuşurken kulağımda kalan kulaklığı çıkarıp yuvasına yerleştiriyorum ve ardından çantanın derinliklerine atıyorum telefon ile birlikte. Ellerimi dizimde gezdirip sıkıntılı bir nefes salıyorum ciğerlerimden. "İfade falan halledelim mi? Tekrar tekrar gelmek istemiyorum buraya." Birkaç saniye soruma cevap alamayınca dönüp yüzüne bakma gereği duyuyorum ve bu bizi göz göze getiriyor. "Vermişsin ya ifadeni. Mert ile konuştum az önce. Sen ortalığı dağıtmadan kısacık bir süre önce." Baş parmağı ile işaret parmağının arasında küçük bir boşluk bırakıp gösterdiği mesafeye bakıp gülümsüyorum. "Onu demiyorum. O bahsettiğin dağınıklıktan behsediyorum."
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Leyla'ya Kadar
General FictionKim olduğunu görmek için yüzüne bakmak istediğim adamın ilk önce dudakları giriyor görüş açıma ve halinden memnun, gördüklerinden keyif alan bir gülümseme ile karşılaşıyorum. Bakışlarım dudaklarından sıyrılıp gözlerine tırmandığında kısa bir an duru...