Yanımdaki yabancı adama rağmen, adımlarım Küçükparmakkapı'ya vardığında heyecanla kasıldım. "Aylar oldu buraya gelmeyeli." Birkaç adım önünde yürüdüğüm adama dönüp neşeyle kurduğum cümle bence bir tık havada kaldı çünkü huzursuz bakışları etrafta dolaşıyordu ve pek benim ne dediğimi de duyacak gibi değildi.
İstediği zaman ne kadar naif olabildiğini birkaç dakika önce deneyimlediğim çift kişilikli şahsın, elinde olsa gözleriyle insanları öldürebileceğini fark etmek, bir an ben yapıyorum diye düşündürse de güvenli bölgede olmanın, güvenli bölgede böyle alev ateş bir tiple olmanın keyfini sürmek daha cazip geldi. Sertti, bazen ki muhtemelen çoğu zaman tersti, ama, zihnim bu adam için ama ile başlayan cümleler kurmaya bir o kadar da hevesliydi.
Apartmanın önüne geldiğimizde nihayet nargile içen Suriyelilerden gözlerini çekip bana, ardından binaya baktı. Ne aradığını bildiğimden sessizce kıkırdadım ama saat henüz akşamı bulmadığından sokakta ses de normal seviyede geziyordu ve bu kıkırtıyı elbette ki duydu. Apartmanın adının yazdığı levhadan çektiği kara gözleri benimkileri bulduğunda göz kırpıp başını savurdu. "Burada yemek yiyebileceğimize emin misin?"
Onun benden izinsiz vücudumun birçok yerinde dolaşan parmaklarına mı güvendim bilmiyorum, uzanıp koluna vurdum. Neyse ki yüzünde bunu önemsediğine daha doğrusu yadırgadığına dair bir emare belirmedi. "Korkma. Seni tenhaya çekmiyorum."
Yüzünde belli belirsiz bir gülümseme oluştuğunda, dudaklarında oyalanmak isteyen gözlerime müsaade etmeden arkamı döndüm ve açlıktan bayılacak olan ben değilmişim gibi dar ve eski merdivenleri sekerek çıkmaya başladım. Arkamdaki adım sesleri yavaş da olsa beni takip ediyordu ki zaten benim gibi kendinden geçmesini falan da beklemiyordum. "Sırf İstanbul'a dönüp de buraya geliyorum diye doğru düzgün hiçbir şey yemiyorum ben iki gündür."
Bir cevap vermeyince arkamı dönüp ne yapıyor diye baktım ve çatık kaşları altından mesaj yazdığını görünce hala ismini öğrenmediğim ve buna rağmen yemeğe çıkardığım adamı kendi haline bırakıp önüme döndüm. "Hipoglisemiye değecek bir şey yiyeceğiz yani?"
Ses tonu dalgın da olsa benimle ilgilendiğini anlıyordum. Muhtemelen bir yandan benimle ilgileniyor bir yandan da itinayla baltalandığım işlerini halletmeye çalışıyordu. Son kata çıkıp da açık sokak kapısını gördüğümde neşeyle yerimde zıpladım ve aralık kapıyı biraz daha atarak içeriye girdim. "Can ağabey! Can ağabey ben geldim!"
Mutfak tarafına doğru eğilip orada kimseyi göremeyince masaların olduğu tarafa bakmak için geri dönmek istesem de hemen yanımda duran adamın vücuduna çarparak durdum. Daha doğrusu, belimden karnıma dolanan bir elle durduruldum. "Sakin. Can ağabeyin neredeyse buluruz. Sakin ol."
Üzerimdeki deri ceketi yürürken çıkarmış ve uçlarını kot şortumun içine sokuşturduğum beyaz, salaş atlet ile kalmıştım. Karnımda sıcaklığını an be an artıran güçlü bir el varken ve o elin sahibi elinden bile sıcak nefesini fütursuzca açık boyun girintime solurken ne yapacağım, kimi aradığım bir anda aklımdan silindi. "Ada!" Bu, ya Allah'ın bana kendine gel geri zekalı deme şekliydi, ya da şansına küs benim seni mutlu edesim yok deme şekli. Başka ihtimal olmadığını bildiğimden en ufak bir tereddüte düşmeden adamın elinden kurtuldum. "Sen misin kız sahiden!"
Elinde boş tabaklar ile arka taraftan gelen Can ağabeyi görünce yüzüm mutlulukla ışıldadı. "Benim ağabey! Döndüm!"
Elindeki tabakları kasanın olduğu yüksek barın üzerine bırakıp kollarını araladığında bir an bile beklemeden kendimi kollarına bıraktım. "Çok şükür be kızım! Vallahi gözümüz yolda durduk kaç aydır!"
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Leyla'ya Kadar
Ficción GeneralKim olduğunu görmek için yüzüne bakmak istediğim adamın ilk önce dudakları giriyor görüş açıma ve halinden memnun, gördüklerinden keyif alan bir gülümseme ile karşılaşıyorum. Bakışlarım dudaklarından sıyrılıp gözlerine tırmandığında kısa bir an duru...