"Durmak bilmeyen bir baş ağrısı gibiydin, senden uzaklaşsam da yakınlaşsam da hiçbir şey değişmiyordu."
***
Yutkunarak üzerimdeki takım elbisenin ceketini düzelttim, karşımda oturan Wooyoung bana sevgi dolu bir gülümseme gönderdiğinde gerginliğimi atmaya çalıştım üzerimden. Park Seonghwa, Wooyoung'un yanına oturmuş, camdan dışarıyı izliyordu; ne düşündüğünden emin olamasam da bizden ayrı bir şekilde arkamızdan gelen diğer arabayı düşündüm, Park Seojun'la San'ı. İki ayrı araçla gelme nedenimiz de Seojun Bey kendisi gidip San'ı almak istediğindendi, Seonghwa itiraz etse de babasına kendisini dinletememişti. Yanımda oturan Yeonhwa'ya bakarak dudağımın kenarını kemirdim, önüme döndüğümde gerginliğim arttı. İnsanlar Jongho'nun doğum gününe onlarla gitmemizi de garipsemiş, arkamızdan dedikodumuzu yapmıştı.
Bu gece, babama yıllarca yaptıklarını yaşatacak ve onun imajını yerle bir edecektim.
Kang Hansol destek de görecekti ama ona destek verenlerin bile linçlenmesini sağlamaya kararlıydım, bu haftanın başından beri planlarımın üzerinde düşünüyordum. Babam her zaman viski bardağına doldurduğu içkisiyle kendi odasında takılır, asla salona bile inmeye tenezzül etmezken ondan kurtulmanın hiçbir şey değiştirmeyeceğini düşünürdüm. Ne beni annemle görüştürmeye, ne de özgür kalmamı sağlamaya yarayacaktı. Onun tarafından sevilmek, şefkat görmek, güvenilmek, övülmek... Bunlara o kadar çok ihtiyacım vardı ki... Küçükken onun beni sevmediğini kabullenip kenarda bekler, sessizce hayatına dâhil olabilmeyi isterdim. Asla en ufak bir duygu belirtisi bile göstermez, kendisini zayıf görmeye dayanamazdı. Onu hiçbir zaman dağılmış, bitmiş, vazgeçmiş bir halde görmemiştim.
Aklıma Park Chain'in öldüğü zaman gelirken ışıklarını açmadığı odasında duvara yaslanarak yere oturmuş, sessizce içtiği görüntü gözlerimin önünde belirdi. Sessiz, sakin, düşünceli ama bomboş bakan bir adam... Bir çocuk için travma sebebi olabilirdi ama ben onun yerine kapıyı açıp içeri girmiş, hiçbir şey olmamış gibi kapıyı kapatıp yatağına yatmıştım. Ne beni kovmuştu, ne de adımı söyleyip benimle konuşmuştu. Sessizlik... Aramızda her zaman varlığını korur, ikimizden birisi konuşsa bile aramıza girerdi. Babam bir duvardı, bu yüzden ona karşı bir duvar gibi dik durmayı öğretmişti bana. İnsanların zayıf duygularımızdan beslendiğini, bizi bunlardan vurduğunu, sonra da asla eskisi gibi olamayacağımız bir yarayla bizi kenara atacağını söylerdi.
Sevgi zayıftı, nefret onun aksine güçlü görünse de kullanılabilirdi, umutlar insanların zayıf noktasıydı, umutsuzluklar da kör noktalarıydı. İnsanların hissettiği her şeyi kullanabilmek babama göre tehlikeliydi ama insanlar böyleydi, hissederlerdi ve bunu durduramazlardı. Babama aynı onun gibi sakince kendisinin bu hislerden kurtulup kurtulamadığını sorduğum an geldi aklıma. Gülümseyerek, "Duygular... Hisler..." demişti eski bir anıdan bahsedermiş gibi. "Bir zamanlar vardı, sonra onların yerini başka bir şey aldı. Ne nefret, ne sevgi... Koskocaman bir hiçlik..."
O zamanlar yaşım on beşti ve ona bakarak üzüldüğümü belli etmemeye çalışmıştım. Alaycı, asla ciddi olmayan tavrının altında yatan ciddiyet, belki de kendisine sakladığı yalnızlığı onu hissizliğe sürüklemişti. En son ne zaman bir şey hissetmişti? En son ne zaman bu hayatı yaşadığını hissetmişti? Sevgiyi, nefreti, acıyı, mutluluğu ne zaman hissetmişti? Orada kurtarılabilecek bir şey kalmış mıydı? Bilmiyordum, gerçekten onunla ilgili düşünmek beni tüketiyordu. Öyle bir karadelikti ki babam, kendisi dışında kimseyi oraya kabul etmiyordu. Ne oradan çıkabiliyordu, ne de oraya birisini alabiliyordu. Yalnızlık yorucu değil miydi? Hissizlik yorucu değil miydi? Onu hayata bağlayan intikam dışında ne vardı ki?
ŞİMDİ OKUDUĞUN
UNFORGETTEBLE | SANHWA
FanfictionSan sanat okulunda okuyan normal bir üniversite öğrencisidir. Ana dalı müzik olmasına rağmen bir gün Drama dersi zorunlu hale getirilir. Ayrıca Drama dersine kendisinden yalnızca 2 yaş büyük bir profesör giriyordur. Hem son sınıf olmasının getirdiği...