48. BÖLÜM: "LONELY"

94 17 2
                                    

"Kimi zaman insanlar kendilerini yalnız hissederlerdi, oysa bazı insanlar bu duyguya alışacak kadar onunla vakit geçirmişlerdi."

***

Dizlerimin üzerinde birleştirdiğim ellerimi izleyerek beklediğim odada mutlak sessizlik vardı, yalnızdım; her zaman sessiz bir ortamda yalnız kalmaktan nefret etmiştim. Yalnızlık beni eski anıların ortasına atıyordu, annemi hatırlatıyordu. Amerika'ya ilk gittiğim yıllarda kollarımı bedenime dolayarak San'ın yanımda olduğunu hayal ederdim, sadece hayali bile kötü duyguları yok etmeye yeterdi ama gece annemi rüyalarımda kan içinde görmeme engel olamazdı. Uyumak istemiyordum, kararan hava beni daha da mutsuzlaştırıyordu. Annemin katili tarafından sürüklenerek getirildiğim bu yerde yalnız başıma gözlerimi kapatmak istemiyordum, üniversiteye başladığım zamanları hatırlatıyordu bana uyumak istemeyişim. O zamanlarda uyumak yerine bilgisayar başında takılır, kendimi kahveye boğarak bir sürü araştırma yapardım.

Yalnızlık beni düşünmek istemediğim olayların, duyguların ortasına atıp kenara çekiliyordu. Yalnız uyumak nefret ediyordum.

Kendi kendime oturduğum duvar kenarında düşüncelerime dalmışken açılan beyaz kapıyla içeriye Kang Hansol girdi, beni ilk ziyaret edişi olduğundan dudaklarımı yalayarak oturduğum yerde kalmaya özen gösterdim. İçeriye yemek taşıyan bir garson girip servis arabasını kenara bırakıp çıktı, Hansol içeride kalıp kapıyı kapattı. Kaçmayacağımdan emin olduğu gibi, ona saldırmayacağımdan da emindi. Kenara sandalye çekip oturduğunda yemek yemek için oturduğum yerden kalkmadan onu izledim. Onun gözleri beni bulana kadar sakindim ama göz göze geldiğimizde ona sormak istediklerim çullanarak üzerime yapıştı.

"Söylesene," dedim kendimi tutamadan. "Annemi neden öldürdün?"

Gözlerini kırpıştırarak başını öne eğdi. "Her ne kadar ondan çok bana benzesen de..." Omuzlarını silktiğinde dengesiz cevabını sessizce dinlemeye odaklandım. "Annene de çok benziyorsun, özellikle de yüzün. Baban sana baktıkça onu anımsıyor olmalı... Peki, sen aynaya bakınca anımsıyor musun?"

Dudaklarım titrerken ne diyeceğimi bilemedim. "Neden soruma cevap vermiyorsun?"

"Cevaplar..." dedi gözlerini gözlerime çevirirken. "Sana bütün cevapları vereceğim. Bunu uzun bir süre düşündüm, gerçekleri bilmeyi hak ediyorsun."

"Hangi gerçekleri?" diye sordum sabrım taşarken. "Bana hiçbir şey söylemiyorsun!"

"Yeosang'ta bilmiyor," dedi dalgın bir şekilde. "Açıkçası benden nefret etsin, benk haklı bulmasın diye söylememiştim."

"Neden birilerini öldürdüğün için seni haklı bulsun ki?" diye sorduğumda yarım bir şekilde gülümsedi.

Elini uzatıp servis arabasını gösterdi. "Yesene..."

Gözlerimi kapatarak başımı öne eğdim, elim saçlarıma giderken biraz tutamlarıyla oynadım. Başımı kaldırdığımda gözlerinin içine ciddiyetle baktım. "Birlikte pikniğe gidecektik," dedim o sabahı anımsayarak. "İlk defa beni dışarıya çıkaracaklardı. San da gelecekti, hep birlikte olacaktık. Babam resim çekmek için kamera bile almıştı yanına. Sadece arabalar dışarı çıksın diye açıldı o kapılar." Başımı eğerek tepkisiz bir şekilde beni izleyen Hansol'a baktım. "Ateş etmeye başladıklarında hepimiz dağıldık, annem ortadaydı. Jiah Ajumma önüne geçmeseydi o zaman ölecekti."

UNFORGETTEBLE | SANHWAHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin