"Bana vurmak istediğin zincirler hiçbir şey yapamazlar çünkü zincirlerle hapsettiğin ben yaşamıyor artık."
***
Bir o tarafa, bir bu tarafa gidip geliyordum. Söylenen şeyi düşünmek bile istemezken gerçekliği üzerime bir kâbus gibi çöküyordu, titreyen ellerime bakarak sakin kalmaya çalıştım. Duvar olmak istedim yeniden, hissetmemek; sevginin bir güç olduğunu bildiğim kadar, sana karşı kullanılacak bir zaaf olduğunu öğrenecek kadar da babamla vakit geçirmiştim. Ellerime bakarak hiçbir şey yapamamanın verdiği ağırlıkla sakin olmaya çalıştım ama bu mümkün değildi, arkamı ne zaman dönsem orada beni gülümseyerek bekleyen kişi Wooyoung'tu. Kimse değil, sadece o benim için her zaman orada olmuştu. Annem yokken, babam yokken, kimse yanımda değilken her zaman yanımda durmuştu ve bana kimsenin yapamadığı, yapmadığı kadar sahip çıkmıştı. O yokken burada olmamın hiçbir anlamı yoktu.
Tekrar San'a baktığımda geldiğinden beri olan düşünceli tavrının değişmediğini gördüm. "Başka bir şey söyledi mi?" diye sorduğumda başını iki yana salladı. Babamın onu ablasıyla tehdit etmesi resmen beni deli ediyordu, daha çok deli edeni ise Wooyoung'un elini kolunu sallayarak onunla gitmeyi kabul etmesiydi.
"Sakinleş," dedi Park Seojun elini omuzuma yerleştirerek. "Babanı tanıyorsam ona hiçbir şey yapmamıştır."
Ona baktım, gözlerim gözlerini bulurken yutkundum. "Sana hiçbir şey yapmadı, istediği neydi bilmiyorum ama aldığı için yapmadı. Bana ders vermek istiyor, bunu anlamıyorsun."
"Chain'e de ders vermek istedi," dediğinde geriye çekilerek güldüm, Seonghwa San'ın yanında oturmuş düşünceli bir şekilde yeri izliyordu.
"Bu farklı!" dedim karşı çıkarak. "Ben onun oğluyum, bana asla karınıza davrandığı gibi davranmayacak. Bana acımaz, bunu biliyorum."
"Bir şeyler yapmalıyız," dedi Seonghwa oturduğu yerden.
San başını çevirip ona baktı. "Ne yapabiliriz ki? Onu nereye götürdüğünü bile bilmiyoruz."
Sakinleşmeye çalışarak ellerimi yüzüme yerleştirdiğimde çalan telefonumun sesiyle donakaldım, ellerim yüzümden çekilirken arkamı dönüp koltukta kalan telefonuma uzandım. Ekranda gördüğüm isimle hemen aramayı cevaplayıp telefonu kulağıma yasladım. "Ne yaptın ona?" diye sorduğumda güldü.
"Hiçbir şey," dedi rahat bir şekilde. "Henüz."
"Ona dokunursan..." dediğimde lafımı kesti.
"Biliyorum, evlat," dedi gülerek. "Ama bana ne yapabilirsin ki? Söylesene, bana ne yapabilirsin? Canımı yakmak istesen başarabilir misin ki?"
Gülümseyerek başımı salladım, haklıydı. "Neredesiniz?" diye sorduğumda nefes alarak düşünüyormuş gibi yaptı.
"Eğitim yaptığın yerdeyiz," dediğinde direkt cevaplamasına inanamadım. "Tek başına gel. Seni bekliyoruz."
"Anladım," dedim başımı sallayarak. "Başka kimse olmayacak."
"Görüşürüz, oğlum."
Arama sonlanırken telefonu kulağımdan çekip kararan ekrana baktım, kararımı vermiştim. "Neredelermiş?" diye soran Park Seojun'a döndüm.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
UNFORGETTEBLE | SANHWA
FanfictionSan sanat okulunda okuyan normal bir üniversite öğrencisidir. Ana dalı müzik olmasına rağmen bir gün Drama dersi zorunlu hale getirilir. Ayrıca Drama dersine kendisinden yalnızca 2 yaş büyük bir profesör giriyordur. Hem son sınıf olmasının getirdiği...