Medya: Sema Nur Alan - Sen Benim Şarkılarımsın
İyi okumalar.
Telefonumun sesiyle gözlerim açılınca yerdeki telefonu el yordamıyla bulup kulağıma tuttum. "Alo?"
"Ada, nerede kaldın?"
Kaşlarımı çatıp ekrana baktım. "Ecem?"
"Uyuya mı kaldın yoksa?"
Parmaklarımı saçlarımın arasından geçirerek doğruldum. Bugün benim iş günümdü ve ben buraya geldiğimi iş arkadaşlarıma da patronuma da haber vermeyi unutmuştum. "Ecem ben Antalya'da değilim." dedim esnememi zorlukla bastırarak. "Bazı şeyler oldu. Doğduğum şehre geri geldim."
"Ne? Nasıl ya?" Sesi şimdi endişe dolu çıkıyordu. "Kötü bir şey yok değil mi? Neden haber vermedin bize?"
"Sakin ol." Sesimi kısarak konuşmaya devam ettim. Demir ve James benim odamda uyuyorlardı ve onları uyandırmak istemiyordum. "Kötü bir şey olmadı. Demir..." duraksadım. Oradakiler Demir'in kim olduğunu bilmiyordu. Daha doğrusu onlar, hakkımda doğru dürüst hiçbir şey bilmiyorlardı. Derin bir nefes aldım. "Sanırım uzun bir süre Antalya'ya dönmeyeceğim. Cemal Bey'i de makul bir saatte arayıp özürlerimi ileteceğim." Cemal Bey çalıştığım kafenin sahibiydi. İyi bir insandı ve birden hiçbir açıklama yapmadan ortadan kaybolmakla ona çok ayıp ettiğimi biliyordum."
"Nasıl yani dönmeyeceksin?" Ecem de sesini kısarak konuşmuştu. "Ada, başın dertte falan mı? Bak, eğer öyleyse söyle bana."
"Gerçekten kötü bir şey yok. Buraya dönmem gerekti ve her şey çok hızlı ilerledi. Kimseye haber veremedim."
Ecem'i iyi olduğuma ikna etmek zor olmuştu ama en sonunda başımın gerçekten belada olmadığını anlayıp rahatlamıştı. Yine de en kısa zamanda teyzemle konuşup bu işin aslını öğreneceğini söylemişti.
Esneyerek salon havalansın diye pencereyi açtıktan sonra yatağımı topladım. Elimi yüzümü yıkayıp ocağa çay suyu koyduktan sonra odamın aralık duran kapısından Demir ve James'e baktım. Demir hala uyuyordu ama James uyanmıştı. Çıplak ayaklarını Demir'in karnına uzatmış, kendi kendine bir şeyler mırıldanarak tavanı seyrediyordu.
Gülümseyerek içeri girdiğimde bakışları bana çevrildi. Hemen kollarını uzattı. "Ada al."
"Gel bakalım." James'i dikkatlice kucağıma aldım.
"Uyuyor baba." dedi sessizce.
James'le odadan çıkıp mutfağa geçtik. James'i mutfaktaki halının üzerine bırakıp çayı demledikten sonra onu yeniden kucağıma aldım. "Yüzünü yıkasam ağlar mısın acaba?"
James gülerek suratıma baktıktan sonra başımı omzuna koyunca gülümsedim. "Ağlamazsın gibi ama babanı mı beklesek?" Bazı bebeklerin sudan pek hoşlanmadıklarını biliyordum. O yüzden pek güvenememiştim. "Neyse şimdilik çoraplarını giydirelim o zaman."
James'in minik ayaklarına çorap giydirirken hem çok zorlanmıştım hem de çok eğlenmiştim. Ayaklarını sabit tutmadığı için çorabı giydirmek çok zor olmuştu. Çünkü James bir tür oyun oynadığımızı düşünüp sürekli ayaklarını kaçırmış ve kıkırdayıp durmuştu. Sonunda iki çorabı da giydirmeyi başarıp ellerimi mutlulukla çırpınca o da ellerini çırptı. "Alkış."
"Günaydın."
James'in yanına oturup kapıda gülümseyerek bizi izleyen Demir'e baktım. "Günaydın."
James Demir'i görünce hemen kollarını açtı. "Baba, al."
Demir James'i başının üzerinden öptükten sonra kucağına aldı. "Yüzünü yıkamadım. Ağlar diye korktum." diye mırıldandım.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
BAŞKA
Aktuelle LiteraturBAŞKA... Her şey o cümleyle başladı. Bu cümle, öylesine güçlü bir cümleydi ki daha bir çift göz onu gördüğü anda başlamıştı pek çok şeyi değiştirmeye. Karar verildi ve yeniden yazılmaya başlandı hayat defterine satırlar. Hayal bile edemeyecek...