Odamın penceresinden dışarıdaki manzaraya bakıyordum. Soğuk, iliklerimi titretiyordu titretmesine de manzara insanın üşümesine el verecek cinsten değildi. Diğer boyutta göremeyeceğimiz cinstendi. Bu buzdan yerde manzara olacağı insanın aklına gelecek en son şeydi belki ama buzdan bir şehir, görülmeye değerdi.
Fazla yükseğe uzanmayan buzul renkte binalar alıştığım tarzdan epey parklıydı. Bu kadar yüksekten gördüğüm kadarıyla insanların yaşadığı evlerin tarzı bulundukları mahalleye göre değişiyordu. Fark, kimilerinin çatılarında, kimilerinin geniş kapılarındaydı. Diğer boyuta sahip olan kargaşa burada yoktu. Ne trafik, ne gürültü, her şey olması gerektiği gibiydi. Bu dümdüz arazi insan gözüne hitap edecek şekilde çamlarla süslenmişti. Uzaklarda ara ara başını uzatmış yüksek binalar çirkin olmak bir yana, muazzam eserlerdi. Dikdörtgen prizma şeklinde gökdelenlerden öteydi bu; sanattı, doğaya saygıydı.
Güneşin bu güzelliğe doğmasıysa bambaşka bir meseleydi. Binalar elmas parçaları gibi parıldıyor, ağaçlar zaten kısıtlı olan güneş ışığını iyice alabilmek için rüzgârla salınıyordu. Güneşin doğuşunu izlemek hiç bu kadar güzel olmamıştı. Buz tutmuş parmaklarımı kullanarak pencereyi kapattım. Burası gerçekten buzul krallıktı.
Buraya geleli dört gün oluyordu. İlk gün zaten tam bir karmaşaydı. İkinci gün vücudumuzun bu yüksekliğe ve sıcaklığa alışması için çalışmıştık. Üçüncü gün de buna benzer bir şeydi. Dünse odalarımızı düzenlemiştik.
Kızların -muhtemelen Aslı ve Doğa- benim için seçtiği kıyafetler bu odadaki dolaba sığmamıştı. Haliyle giymeyi düşünmediklerimi bavulda bırakarak odanın alt köşesine terk etmiştim. Gayet geniş ama pek de yumuşak olmayan yatağıma üzerinde beyaz kar taneleri olan açık mavi bir örtü seçmiştim. Zeina çocuk işi olduğunu düşünmüş ama kendisi de çarşafın kırmızısını almıştı. Yatağın yanına sürpriz olmayacak şekilde gri bir şifonyer getirmişlerdi. Aynası olması benim için pek fark etmiyordu. Kendimi görmekten hoşlanmıyordum.
Odamdan çıkıp uzun koridorda yürümeye başladım. Kenarında beyaz şeritler olan siyah eşofmanımın altındaki botlarım beklediğimden daha fazla ses çıkartıyordu. Adımlarımı yavaşlattığım sırada bir kapı açıldı. Odamın yanındaki kapıydı.
Dicle tamamen siyah kıyafetiyle odasından çıkıp beni baş hareketiyle selamladı. Aynı şekilde karşılık vererek gülümsedim. İkimiz de pek konuşkan insanlar değildik. Konuşkan olmayan insanların beraber yaptıkları ziyade şey susmaktır. Anlaşma yapmış gibi aynı yöne yürüyor, muhtemelen aynı yere gidiyorduk. Eğitim salonuna. Ben geride olduğum için her gün erken kalkıp gidiyordum evet ama Dicle?
"Aklımı mı okudun?"
Daldığım rüyalardan çıkıp Dicle'ye döndüm.
"Ne? Hayır."
"Aynı yöne gittiğimiz için sordum sakin ol." Gülümsedi. "Kimseye o bunu yapmaz demem ama sen sebepsiz yere birinin aklına girmezsin." Mahcupça gülümsedim. İnsanların hakkımda iyi şeyler düşünmesi güzeldi, en son duyduklarım onlar olsa da, güzeldi.
"Neden erkenden kalktın." İki sessiz konuşuyordu. Bu ilginç şeylerin habercisi olabilirdi.
"Uyuyamadım. Bu gün ne yapacağımızı da söylemediler. Boş oturmayı sevmem."
Aksine benim en sevdiğim şey oturup boş boş düşünmekti.
"Sen?"
İşte o soru. Ben?
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Zihin Oyunları: Sınır
FantasyDünya gerçekten sandığımız gibi bir yer midir, bildiğimizi sandığımızın ardında gizli bir bilinmeyen yok mudur? Hayat doğru bildiğimiz yanlışlarla doludur elbet ama ya hayatınız tamamen yalansa, ya bu dünyanın farklı versiyonları varsa? Daha g...