Gözlerimi kapattım ve sakinleşmek için üçe kadar saydım. Fakat sakinleşememiştim. Soru sormak adına ağzımı açmıştım ki, konuşmama izin vermedi.
“Daha önce denediğimde çıkabilmiştim. Bir karışıklık olmuş olmalı.” Ben daha sormadan soruma cevap vermiş olması ürkütücüydü. Ona cevap vermemeyi yeğledim ve az önce durduğum odaya geri döndüm. Bilgisayar masasının arkasındaki sandalyeyi çektim ve kendimi sandalyenin üstüne bıraktım. Kendi hatasını kendi telafi etmeliydi. Bunun için uğraşmayacaktım. Kapının önünde beliren Hector’a sinirle bakmaya başladım. Hiç istifini bozmadan masanın ön tarafında duran sandalyeye kuruldu. Gözümü hiç ayırmadan ona bakmaya devam ediyordum. Onu rahatsız etmek niyetindeydim fakat konuşacak takatim yoktu.
“Şimdi, burada mahsur kaldığımıza göre çıkmak için bir yol bulana kadar konuşabiliriz.” Hayretimi belirtmek adına tek kaşımı kaldırdım.
“Geçiş esnasında beyinlerimizi yitirme riskimizin olduğunu söylememiştin. Senin birkaç kez geçiş yaptığın belli oluyor.” Sinirlenip sinirlenmediğini anlamak için dirseklerimi masaya dayayarak ona doğru eğildim. Yüzündeki hiçbir kas hareket etmiyordu. Bu ifadesizliğini beni umursamıyor oluşuna yordum, aksi takdirde bu dediğime rağmen sakin kalması haklı olduğumu, yani beynini yitirdiğini ortaya koyuyordu. Sessizlik rahatsız edici olmuştu. Yaklaşık otuz saniyenin ardından aniden konuşunca bakışlarımı tırnaklarımdan ona doğru çevirdim.
“Isaac’i seviyor musun?” Yüzü yine ifadesizdi. Kaşlarımı çattım.
“Neden soruyorsun?” Düşünüp düşünüp bunu mu sormayı akıl edebilmişti yani? Çok anlamsızdı.
“Merak ettim. Onun seni kandırdığını öğrendiğinde, aşırı soğukkanlı tepkiler verdin. Seni ağlarken görmedim. Sadece sinirliydin. Diğer günlerde mutfağı yerken, o akşam bir tek kurabiyeleri yedin.” Kendimi tutamadan gülmüştüm. Fakat bu ifade yüzümde uzun süre kalmadı. Yüz ifadem ciddileşirken sandalyemin ucuna kayıp yerimde dikleştim.
“Sorunun cevabını ben de bilmiyorum.” Konu kapanmışken soruyu cevaplamam onu şaşırtmış gibi görünüyordu. Yüzüne bakmamayı tercih edip koyu kahverengi masanın yüzeyinde bakışlarımı gezdirdim. Derin bir nefes aldıktan sonra uzun süredir kafamda düşündüğüm şeyi ilk kez sesli bir şekilde söylemeye başladım.
“Bu zamana kadar, daha önce hiç kimseyi o anlamda sevmedim. Yani, hiç aşık olmadım. Isaac muhtemelen benim ona aşık olduğumu düşünüyordu fakat yanılıyordu. Hissettiğim şey kesinlikle aşk değildi. Aslına bakarsan, ben birine aşık olmanın ne anlama geldiğini bile bilmiyorum. Eğer kitaplarda okuduğum, filmlerde izlediğim şeye aşk diyorlarsa, kesinlikle hissetmediğim bir duygu. Ben Isaac’e değer verdim ve değer verdiğim birini kaybetmek benim için kötüydü. Ayrıca ilk defa değer verdiğim birini kaybettim. Çünkü ben kimseye değer de vermezdim.” Duraksadım. İç çektikten sonra devam ettim.
“Emily’den başka kimsem yok. Ailemi hiç tanımadım. Belki sevmeyi bilmiyorumdur. Belki sevildiğimi de anlayamıyorum. Beni daha önce kimse koşulsuz sevmedi. Yani sadece ben olduğum için.” Hector uzanıp kolumu kavradı. Bunu susmam için yaptığını anlayıp durmuştum. Ben susunca elini çekti.
“Etrafındakilerin sana değer verdiğini göremiyor musun? Hastayken seninle nasıl ilgilendiklerini hatırla. Seni seviyor olmasalar neden ilgilensinler ki? Jane, sen artık yalnız değilsin. Biz bir aileyiz.” Sözlerini bitirdiğinde başımı göremeyeceği şekilde çevirdim ve gözlerimin dolmasını engellemeye çalıştım. Daha önce birilerinin yanımda olduğunu hiç bu kadar kesin bir şekilde hissetmemiştim.
Duygusallıktan çıkmıştım. “Ağlayabilirsin. Kimseye söylemem.” Ona doğru döndüm ve gülümseyen suratına ciddiyetle baktım.
“Bu duygusal konuşmanın üzerine sana sarılırdım ama bu hareket hiç senin ve senin türünün tarzı değil.” dedim sırıtarak. Sonunda onu sinirlendirmeyi başarmıştım.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
KELEBEK
FantasyMitolojide kelebek ateşi simgeler, ateşe koşan pervane böceğinin yanıp ateşle bağdaşmasıdır. Eski Yunan'da ise ruhun beden üzerindeki etkisini ve bu etkinin yarattığı büyük değişimleri simgeler. Mavi kelebek, saf ruhu simgeler. Bu, monoton hayatını...