Not: Scandal in Paris bölümünü okumuş muydunuz?
Bırak Beni
Agâh avucunda duran telefona bir süre boş boş bakıp kendine 'son kez' diyerek Eliza'nın ezbere bildiği telefonunu tuşladı. Devrim'in sabahtan beri aramasını beklemiş, adam aramayınca da ters giden bir şeyler olduğunu elbette ki tahmin etmişti ama bu kadına ulaşma isteğini azalmamıştı. En azından sesini duymak ve iyi olduğunu bilmek istiyordu. Bir hafta önce konuştuklarında kadının sesinin sıkıntılı geldiğini, ona söyleyemediği bir şeyler olduğunu hatırlıyordu. Bu, bu düşünceler, canını daha fazla sıkıyordu. Bir şey olmuştu ve olan her neyse ikisi arasında daha yeni yeni kurulmaya başlayan köprüleri birer birer yıkıyordu. Telefon uzun zaman sonra ilk kez çaldığında adam irkilerek kendine geldi. En azından kadın telefonunu açmayı sonunda akıl edebilmişti. Telefon üçüncü çalışında bir erkek tarafından açıldı. Bu Agah'ı şaşırtmış mıydı? Pek değil.
"Oui?" (Evet?)
İçinde konuşmaya başlayan bütün sesleri bastırarak "Je veux parler a Eliza," dedi sakince. Ne olduğunu anlamadan, kadını dinlemeden bir yargıya varmayacak kadar kadına saygı duyuyordu. Yine de o kadar dalgındı ki cümlenin devamını Türkçe getirmiş, adamın bir şekilde onu anladığını hissetmişti. "Telefonu ona verebilir misiniz?" (Eliza ile konuşmak istiyorum.)
Adamın yürüdüğünü, arada bir durup kendi kendine mırıldandığını ve sonunda bir kapıyı açtığını duydu. Biraz sonra şişeler şangırdamış ve adam kısık sesli birkaç küfür savurmuştu. Agâh istemsizce suratını buruşturdu. Bu iyi olamazdı. Adamın telefonu uzatıp anlaşılmayan bir şeyler söylediğini ve kadının da birkaç kelimeyle geçiştirdiğini duydu. Sarhoştu. Bunu sesindeki o anlamsız hırıltıdan anlayabiliyordu. Adam telefonu sallayarak biraz önce söylediklerini yinelemiş ve sonunda kadının dikkatini çekebilmişti. Yani Agah öyle olduğunu tahmin ediyordu çünkü telefondan yükselen cızırtıya tahammül etmeye çalışıyordu.
"Qu'est-ce?" (Kim o?)
"Je ne sais pas." (Bilmiyorum.)
"Bien..." Kadının hışırtıları, kısık sesli küfürleri ve yere fırlattığı yastıkların sesi adamın kalbinin sıkışmasına sebep oldu. Eliza sarhoştu. Ve demek ki bu üç gündür onunla konuşmak, ona ulaşmak, ona ne olduğunu, neye kırıldığını, neden kırıldığı yerden kanadığını anlatmak istemiyordu. "Donne-moi le téléphone!" (İyi. Telefonu bana ver.)
"Merhaba."
Telefonun diğer ucunda uzun bir sessizlik oldu. Eliza adamın odadan çıkmasını rica ettikten sonra bir mantarın çıkarılışını duydu, Agah. Kadın hala içiyordu. Ve ona cevap vermeyeceğini anladığında dudaklarının ucunda öfkeli bir gülümseme belirdi.
"Hala şişeyi açabilecek kadar ayık olduğunu bilmek güzel."
"Neden aradın?"
"Nedenini biliyorsun." Yeni bir sessizlik aralarına girdi ve adam biraz sonra kadının şarabı dudaklarına dayayıp içtiğini işitti. Ne kadar içmişti? Neden konuşurken bile içecek kadar kendini kaybetmişti? Üç günde değişen neydi? Kadın onunla bir yabancıyla konuşur gibi konuşuyordu, onu sevmeye başlayan biri gibi değil. Adam kendini gölgede kalmış bir fesleğen kadar yaralı hissediyordu. Yine de derin bir nefes alarak "Üç gündür sana ulaşamadım," diye mırıldandı. "Aklımı kaçırmak üzereydim."
"İyiyim." Yeni bir yudum aldı. "Sadece sizinle konuşhdj..." Dili dolandı ve derin bir nefes alarak kelimeyi değiştirdi: "Görüşmek istemiyorum."
"Eliza..."
"Telefonu kim açtı sormayacak mısın?" Alaycı bir kahkaha eriyip gitti kadının dudaklarında. Agâh midesine bir yumruk yemiş gibi acıyla dişlerini sıktı. "Merak etmiyor musun?"
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Ayışığı Grisi
RomanceSevdiğin kişi için ne kadarını feda edebilirsin? Kariyerini? Hayatını? Sahip olduğun her şeyi? Eliza hepsini feda etti. Ya başkası için her şeyini feda eden bir kadını ne kadar daha karşılıksız sevebilirsin? Agah sabırla sevdi. Bu hikaye kanatları...