Not: "Müzik Kutusu" isimli bölümü okumuş muydunuz?
Yaralı Aslancık
Eliza yalnızca birkaç santim uzağındaki koltuk değneklerine bakarken her şeyin olduğundan daha kötü göründüğünü düşünüyordu. Ayağının üzerine basmamak için üstün bir çaba gösteriyordu, gerçekten gösteriyordu ama burada oturduğu her saniye her şeyin bir adım gerisinde kaldığını hissediyordu. İnsanın içini kemiren o kuşku, Eliza'nın her yanını, bütün etlerini kemiriyordu. Danstan vazgeçmeye henüz hazır değildi. New York'a geleli ne kadar olmuştu ki hem? Daha burada dans etmenin tadına varamamıştı bile. İçi ezildi. Ayağındaki mavi bandaja bakarken bunun geçici bir şey olduğunu söyleyerek telkin etti kendini. Bu telkinle sakinleşmesi, içinde, kaburgalarının arasında gezinen bütün o minik endişe kurtlarının biraz olsun dağıldığını hissetmesi gerekirken kendiyle konuştukça o kurtlar her yanına dağılıyordu. Dans edemeyen bir Eliza... Kendini dans edemezken hayal bile edemiyordu. Gözlerini kapatıp derin bir nefes aldı. Dans edememenin Deniz'e ne yaptığını, onu nasıl yiyip bitirdiğini bilen biri olarak göğsüne yerleşen o ağırlığın altında ezilmemek için olanca gücüyle savaştı. Onu sahneden indiren şey; basit bir burkulma, tekrarlayan küçük bir sakatlık, içindeki bu sonsuz evham olmamalıydı. Parmak uçları uyuştu. Kalbi karıncalandı. Agah'ın kokusuna, onun tatlı fısıltısına, kalbini ağrıtan gülümsemesine o kadar ihtiyacı vardı ki bunu kelimelere dökebilse adam bir şarkı o da adamı içinde saklayan zavallı bir müzik kutusu olurdu.
"İlaç saati."
Hemşiresinin gülümsemek için en ufak bir çaba harcamayışına ifrit olarak uzanıp ilacı homurtuyla aldı. Adama dair hayallerinde bile yalnız kalamıyor olmak onu sinirden kudurtsa da kadının ağzına kadar dayadığı suyu mecburen aldı. Bir başka günde ve yalnız başına olsa su kesinlikle ilk tercihi olmazdı ama şu anda istese de başka bir şey alma şansı olmadığından bir süre huysuzca dolu ellerine baktı. Bundan kaçış yoktu. İlacını ve suyunu içtikten sonra teşekkür ederek bardağı tatsızca kadına uzattı. İlacın damağında bıraktığı tattan nefret etse de bunun bileğindeki ağrıyı biraz olsun azaltacağının farkına vararak rahatladı. Acıdan kaçmanın, gerçeği inkar etmenin bir yararı yoktu. Sığınacak kuytu bir köşe aramak yalnızca gerçeği kabullenmesini zorlaştırıyordu.
"Yatağına uzanmak ister misin?"
"Burada da ayağımı uzatabiliyorum, M." Kadın ellerini beline dayayarak azarlar bir bakış attığında huysuz bir çocuk gibi gözlerini devirip yanı başında duran koltuk değneklerine uzandı. "Yatmaktan popom ağrıdı." Kadın cevap verme gereği bile duymadığında "İnsanın poposunun ağrıyabileceği aklına gelir miydi?" diye sordu. "Yata yata kilo da aldım zaten. Mon Dieu! Aldım değil mi?" Kadının gözetiminde odasına doğru ilerlerken söylenmeye devam etti: "Zaten ayağımı hareket ettirememek yeterince kötü... En azından biraz merhametli davranıp gerçeği söyleyemez misin?"
"Ben senin annen değilim, Elizabeth."
Gözlerini devirirken "Çünkü bunu bilmiyordum," diye homurdandı. Yatağa oturup koltuk değneklerini kadına uzattı ve dikkatle geriye çekilip sırtını sabahtan beri hiç bozulmamış gibi duran yastıklarına dayadı. "Tabletimi verir misin?"
"Kendin alabilirsin."
"Vladimir kişisel azarlama ustası olarak mı tuttu seni?"
"Tuvalete gitmen gerekirse düğmeye bas."
Gözlerini devirip komodindeki tabletine uzanarak "Onu da kendim yaparım," diye söylendi. Hiç mi, birazcık bile mi sevmezdi bir insan bir insanı? Üç gün olmuştu. Kadın ona hiç mi alışamamıştı? Ona huysuz diyen bütün o insanlar hemşire Meggy ile tanışsa emindi ki ondan af dilerlerdi. Kadının kendisine ters ters bakmayı sürdürmesi üzerine "Şaka yapıyordum," diye mırıldandı. Kadın başını sallayarak uzaklaşırken Agah'ı daha çok özledi. Adamın merhametine, sevgisine, neredeyse onu iki kere saran upuzun kollarına ihtiyacı vardı. Burnunun direği özlemle sızladı. Telefonunu sabahlığının cebinden -artık sabahlığıyla bir bütün haline gelmişti- çıkarıp adamı aradı. Adama şu anda ulaşılamadığını bildiren o mekanik sesi duyduğunda gözlerini hayal kırıklığıyla kapatıp derin bir nefes aldı. Adamın provası ne zaman bitecekti? Onunla konuşamadığı her an, içini kemiren bu sesten kurtulmak için ona duyduğu ihtiyaç daha da artıyordu. Zaten gidememesi yeterince kötüydü. Ne vardı adam ona gelebilseydi? Gözlerine yürüyen gözyaşlarını telaşla kuruladı. Büyüdükçe sulu göz birine mi dönüşüyordu? Her şeye ağlayan anneannesi gözlerinin önüne geldiğinde irkilerek başını iki yana sallayıp düşündüklerini aklından silkeledi. Bu sakatlık onu tüketmişti. Gerçek buydu. Kadının içinde bir yeri kırmış ve kadını değiştirmişti. Hatta kadın zaman geçtikçe bunun Deniz'e yaşattıklarının kefareti olduğunu düşünmeye başlamıştı. Çalan telefonuna hevesle baktığında Riccardo'nun adını görerek hayal kırıklığı yaşadı. O Paris'te, Igor ile kalmıştı ve bundan zerre kadar pişman değildi. Havadan sudan, ayağının nasıl olduğundan, Paris'in güzel havasından, Riccardo'nun yeni sevgilisinden, Agah'ın çok çalıştığından, sakatlığının önemli bir şey olmadığından, üzülmeye değmeyeceğinden bahsedip telefonu kapattılar.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Ayışığı Grisi
RomanceSevdiğin kişi için ne kadarını feda edebilirsin? Kariyerini? Hayatını? Sahip olduğun her şeyi? Eliza hepsini feda etti. Ya başkası için her şeyini feda eden bir kadını ne kadar daha karşılıksız sevebilirsin? Agah sabırla sevdi. Bu hikaye kanatları...