Bu şekilde tam üç gün gittik ve her gün cehennemden çıkma bir gündü. Gündüzleri; kavurucu güneşe bir şekilde rüzgâr da eşlik ediyor ve sertçe eserken resmen yüzümü aşındırıyordu. İçindeki kum tanelerinin zaman zaman tenimi çizdiğini hissedebiliyordum.
Üçüncü gün, en sonunda uzakta birkaç köy evi seçmeyi başardım. Devam ettikçe evlerin sayıları arttı, geçtiğimiz yollar düzeldi... En sonundaysa öğle vakitlerinde ilerdeki büyük şehir görünür oldu. Kıvırcık, kulağıma eğilip sessizce fısıldadı. "Anfalas'a hoş geldin, küçük kız."
Hâlâ tuhaf bilgilerle dolu olsa da aslında olmayan hafızamı şöyle bir yokladım... Ancak orada bu yerle ilgili hiçbir şey yoktu.
Anfalas, düşündüğümden de büyüktü. Tüm şehir yaklaşık sekiz metrelik yüksekliğe ve kalın duvarlara sahip büyük bir sur ile çevreleniyordu. Surun duvarlarında ise geniş aralıklarla kuleler ve nöbet tutan aslerler vardı.
Dışarı ile bağlantı tek bir kapı ile sağlanıyordu ve kapıdaki askerler içeri giren tüm ziyaretçileri durdurup bir defterde kayıt altına alıyordu.
Kapıdan içeri girenleri ilk olarak sağda ve solda rengârenk kumaşların ve bu kumaşlardan yapılmış ürünlerin satıldığı dükkânlar karşılıyordu.
Şehrin nabzı, tam merkezinde bulunan kalabalık pazarda atıyor gibiydi. İnsanlar burada ahşap sedirler üstüne tezgâhlar açmış; ekmek, hamur işleri, kurutulmuş etler ve meyveler satıyorlardı.
Aralarında tuhaf renklerde kuşlar, sepetlerde yılanlar, fareler ve garip sürüngenler satanlar bile vardı. Hazır yemek satan tezgâhlardan gelen kokular midemin açlıktan kasılmasına sebep oluyordu.
Sokaklarına toprak rengi ve kızılın hâkim olduğu Anfalas, kendine has bir mimariye de sahipti. Şehir tamamen yatay mimariyle inşa edilmişti. Labirenti andıran yapısıyla taştan ve dar sokakları, genellikle birbirine geçmiş caddeleri, binaların boyanmasındaki renklerin uyumsuzluğu, penceresi olmayan evleriyle... tuhaf koca bir şehirdi. Şehrin lağım ve çürümüş sebze - meyve kokusu insanın genzini yakıyordu.
Yola devam ederken etrafımı dikkatle incelemeye çalışıyordum, çünkü kaçtığım zaman hayatta kalmak ve kesinlikle iyi saklanmak zorundaydım. Saklanabileceğim olası yerleri taradım önce. İki ya da üç sırada bir binaların arasında kalan boşluklar muhtemelen dükkânların arkasına çıkıyordu ve en uygun yerler buralar gibi görünüyordu.
Arkada olduğunu varsaydığım depolama alanlarının ya da kasaların arasında saklanabilirdim. Dükkânların çöplerini oraya çıkarttıklarını düşünüyordum. Bu çöpler bir süre yemek ihtiyacımı karşılayabilirlerdi. Hatta bunun için pazar yerinde yerlere saçılmış çürük ya da ezik yiyecek artıklarını da kullanabilirdim.
Bu kadar büyük bir şehirde saklanan küçük bir kızı aramak, hem zor hem de vakit kaybıydı. Beni kesinlikle bulamazlardı. Şimdi kaçmak için en uygun anı kollamam gerekiyordu. Kıvırcık, sanki aklımdan geçenleri okumuş gibi beni tutan kolunu sıkılaştırdı.
Sonra atını hafifçe hızlandırmasından ve sabırsızlaşan beden dilinden anladığım kadarıyla gideceğimiz yere yaklaşmıştık. Oraya vardığımız an, şansımı deneyecektim. Sırtımı dikleştirip kendimi hazırladım ve beklemeye başladım. Dikkatli olmalı, sahip olduğum tek şansı da kaybetmemeliydim.
Önünde yüksek bir platforma sahip olan evin köşesinden döndük. Platformda; elleri arkalarındaki duvara zincirlerle bağlanmış, farklı ten renklerine, cinsiyetlere ve yaşlara sahip köleler dizilmişti. Ayrıca onları pazardan meyve seçiyormuş gibi inceleyen rengârenk giyinmiş insanlar da vardı.
O sırada platformda duran şişman bir adam dikkatimi çekti. Terden saçları alnına, kıyafetleri ise biçimsiz vücuduna yapışmıştı. Kafamda adını renkli kıyafetleri yüzünden hemen Papağan koydum.
Papağan; uzun koyu renk saçlı, kavruk tenli, zayıflığı güzel koyu renk gözlerini iyice ortaya çıkarmış genç bir kadının önünde durmuş dikkatle onu inceliyordu.
Kıvırcık'ın adamlarından biri olduğunu varsaydığım kısa boylu bir adam, yüzünde kulaklarına varan pis bir gülümsemeyle, "Evet, biraz zayıf ama güzel yemeklerle çabuk toparlanır. Şuna bir bakın. Gündüzleri evinizi, geceleri ise yatağınızı renklendirecek egzotik bir güzelliğe sahip değil mi?" diyordu.
Papağanın yüzündeki sinsi sırıtıştan onun da aynı şeyi düşündüğünü anladım. Sonra uzanıp, sosis gibi parmaklara sahip elleriyle kadının göğüslerini sıktı. Elleri göğüslerinden beline, sonra da kalçalarına indi ve yine sıktı. Sonra bir eli, o eski püskü ve yıpranmış elbisesinin eteklerinin altında kayboldu. Kadından sessiz, acı dolu bir inilti yükseldi ve o sırada benimle göz göze geldi.
Gözleri dolmuştu ve kavruk teninde bile belli olan yanakları al aldı. Utancımdan kafamı hemen önüme eğdim ve Papağan'ın boğuk sesiyle nefes nefese, "Güzel tam istediğim gibi dar." dediğini duydum.
Neyden bahsettiği ile ilgili hiçbir fikrim yoktu ama belli ki kadının canını yakacak ve onu utandıracak bir şeydi. Kafamı tekrar o tarafa çeviremedim. Korku ve panik tüm bedenimi sarmıştı. Birazdan kaçacak ya da kaçmayı denerken ölecektim. Kararımı vermiştim çünkü zaten kaçamazsam eğer ölümden beter bir hayat beni bekliyor gibi görünüyordu.
Kıvırcık atıyla evin avlusuna girdiği an iki hizmetli hemen yanımıza koşturdu. Biri atı dizginlerinden tutup hareket etmesini engellerken diğeri; önce beni belimden tutarak aşağı indirdi, sonra kıvırcığın inmesi için kenara çekildi.
Aradığım fırsatın bu olduğunu biliyordum, ya şimdi ya hiçti...
Kalbim hızla atıyor, kanım kulaklarımda öyle bir gümbürtüyle uğulduyordu ki etrafımdaki sesleri bile duyamaz olmuştum. Bacaklarımı sıkıp şöyle bir yokladım. Beni yarı yolda bırakmayacak kadar iş görür durumdalardı. Gözlerimle Dacar ve Übery'i aradım, ileride bakır bir leğene eğilmiş ellerini yüzlerini yıkıyorlardı. Yani kimse bana dikkat etmiyordu...
Birden yerimden fırlayıp, avlunun hâlâ açık duran kapısına deli gibi koşmaya başladım.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
EVA +18 (Avesta Serisi 1. Kitap)
FantasyKitap +18 içeriklidir ve yetişkinler içindir. Ölümsüzlerin hâkim olduğu acımasız Avesta topraklarında, insanların çok fazla seçeneği yoktu. Ya açlık ve sefalet içinde yaşayacaklardı, ya da özgürlüklerinden vazgeçip köle olmak zorundalardı. Bu yeni d...