O sabah; birkaç gündür sürekli dışarda oluğumdan, Saya'ya yardım edemiyor olmamın verdiği vicdan azabıyla erkenden kalkıp güzel bir kahvaltı hazırladım ve Saya'yı uyandırdım.
Homurtular ve söylenmeler eşliğinde kalktı ve beraber kahvaltı yaptık. Kasabada bir hastaya gideceğini, onunla gelmek isteyip istemediğimi sordu ama evde kalmayı tercih ettim.
Saya çıkınca önce evi toparladım. Saya çok sevdiği için -ayrıca yemek yapmakla ilgili yumurta kırmak dışında bildiğim tek şey olduğundan- dereotlu bir ekmek yaptım.
En sonunda bir banyo yapmaya karar verip, pişen ekmeğin yerine su dolu güğümü ocağa koydum. Banyo işi tam bir keşmekeşti. Ocakta dayanabileceğim bir ısıya gelene kadar suyu ısıtmam gerekiyordu. Suyun biraz sıcak olması iyi oluyordu çünkü ben hazırlıklarımı yapana ya da yıkanmayı bitirene kadar zaten soğuyordu.
Isınan suyu bir kovaya doldurup, duvarda asılı geniş leğeni yere indirdim. En sonunda soyunup leğenin içine girerek yıkandım. Leğendeki suyun ağırlığının dışarı taşımakta zorlanmayacağım kadar olması gerekiyordu o yüzden işimi çabuk hallediyordum.
Banyodan sonra hâlâ vaktimin kaldığını düşünerek ata binmeye karar verdim. Ata binmeyi seviyordum. Rüzgârın saçlarımı okşamasına, dörtnala giderken kafamı kaldırıp gökyüzüne baktığımda sanki uçuyormuş gibi hissetmeye ve yaşattığı özgürlük duygusuna bayılıyordum.
Güneş batmaya başlarken eve döndüm. Saya masada oturmuş yaptığım ekmeği yiyordu. Hastalara giderken malzemelerini koyduğu çantanın kapalı bir şekilde yatağının üstünde durmasından, henüz geldiğini anlamam zor değildi.
Normalde ilk işi malzemeleri çıkarıp yerlerine yerleştirmek ve bitmek üzere olanları not edip, en kısa zamanda kasabadan almak ya da ot toplamak olurdu. Gülümseyerek gidip yanına oturdum ve kafamla ekmeği işaret edip, "Nasıl olmuş?" diye sordum hevesle.
Gözlerini devirdi ve yüzünü buruşturup, "Tuzu az, otu çok, altı yanmış, içi de hamur." dedi.
Yüzüm düşer gibi oldu. "Olmamış desen de anlardım." diyerek ekmekten bir dilim aldım.
Tuzu vardı, otu tam kıvamındaydı, yanığı yoktu ve içi hamur falan değildi. Tek kaşımı kaldırıp ona şüpheyle baktım.
Omuzlarını silkip ekmeğini iştahla yemeye devam etti. Bugün, 'huysuzum' günündeydi demek ki, üstünde durmayacaktım...
Sonra ki iki günü Lance ile ormanda, sabahtan akşama kadar sohbet ederek geçirdik. Normalde emindim ki; sadece insanların değil, ölümsüzlerin bile görünce korkacakları bu adamla kahkahalar atarak sohbet etmek, benim için hızla kolay bir hal almıştı.
İlk gün bana yemem için şeftaliler getirmişti ve akşama kadar hepsini bitirmiştim. İkinci gün ise; küçük bir elma büyüklüğünde mor ve sulu erikler... Onları da mideye indirdim elbette. Bu sırada sürekli konuştuk ve birbirimize sorular sorup durduk. İlk günkü sorularımız sıradandı;
"Kaç yaşındasın Lance?"
"On sekiz."
"Ciddiyim."
"O zaman yirmi bir."
Ve bir cevap alamamıştım...
Bana en sevdiğim rengi sordu.
Hiç düşünmeden, "Beyaz." diye cevap verdim.
"Neden peki?" dedi ve hemen, "Dur tahmin edeyim." deyip, taklidimi yapmaya çalışarak -yani sesini inceltip, çokbilmiş bir şekilde- "Saflığı, temizliği ve masumiyeti simgeler. Mükemmellik, temizlik ve iyiliktir." dedi gözlerini kırpıştıra kırpıştıra.
![](https://img.wattpad.com/cover/263204351-288-k454488.jpg)
ŞİMDİ OKUDUĞUN
EVA +18 (Avesta Serisi 1. Kitap)
FantasiKitap +18 içeriklidir ve yetişkinler içindir. Ölümsüzlerin hâkim olduğu acımasız Avesta topraklarında, insanların çok fazla seçeneği yoktu. Ya açlık ve sefalet içinde yaşayacaklardı, ya da özgürlüklerinden vazgeçip köle olmak zorundalardı. Bu yeni d...