İçimi dökmüş sayılmazdım. Söylemek istediğim bir sürü şey vardı ve hepsi dilimin üzerinde tepiniyorlardı. Fakat bir an için zuhur eden cesaretim uzun süre durmamıştı yanımda. Sessizdim. Yüzüne bakarken ama ellerimi bir an olsun yanaklarından çekemiyordum.
Derin bakışları içimi dökmeye başladığım andan beridir gözlerimden ayrılmamıştı. Ürkek bir nefesle biraz daha yaklaştım yüzüne, geriye yalnızca rüzgarın geçebileceği kadar bir mesafe bırakmıştım aramızda. Bir iki saniye için dudaklarına baktıktan sonra derin ve beni benden alan yeşil gözlerine kaldırdım bakışlarımı.
İstemsizce yanaklarıma zıplayan yaşlarımı umursamadan gözlerine bakmaya devam ediyordum.
Yara içerisinde kalmış ellerini yanaklarında duran ellerime kaldırdı ve gözlerini birkaç saniyeliğine kapattı. Yeniden açtığında ise "Elif" diye mırıldandı, sesi bir garipti. Sanki sersemlemiş ve gözlerindeki derinlik sesine bulaşmıştı.
"Efendim..."
"Sana bir şey söyleyeceğim"
"Söyle.."
Kalbim yarışı kazanmasına saniyeler kalan bir koşucu misali atıyordu. Hatta hızını alamamış, fırlayacaktı neredeyse!
O sihirli kelimeler mi geliyordu yoksa? Ne söyleyecekti? Yoksa bu ciddi ifadesinden korkmalı mıydım? Ya, 'Sence de biraz abartmadın mı?' Gibi bir şey geliyorsa? Ah hayır, beni öldürmüş olurdu! Bunu yapar mıydı? Neden bu kadar ciddi bakıyordu? Şaka yapsındı, lütfen yine bir muziplik yapsın ve korkumu uçurup alsın üzerimden çünkü biraz daha böyle bakmaya devam ederse ölüp kalacaktım karşısında!
Yeşil gözleri minicik bir kıpırtı ile kısıldı, "Var ya, yemin ediyorum çok şanslısın."
"Şanslı mıyım? Neden?"
"Dua et ağzımı kırdılar. Vallahi bu sefer bi kaza çıkacaktı ağzımdan ve ben hiç engel olmayacaktım."
Bu çocuğun içimden geçenleri ters köşeye yatırmak gibi bir huyu vardı ve bunun ne kadar farkında olduğunu çok merak ediyordum.
Bir kez daha beklentimi boşa çıkarmıştı sözleriyle ve aval aval suratına bakmak dışında bir şey yapamıyordum. Fakat iyi bir şey yaşanıyordu; başımı öne eğmemiştim. Beni öpmeyi düşündüğümü hayal ederek deli gibi utanmış olsam da, yanaklarım alev topu haline dönmüş olsalar da eğmemiştim işte..
"Bundan sonra sadece beni düşünerek hareket etmeyeceğine söz ver?"
"Şu dakikadan sonra sana pek söz veremem"
Motor sesiyle birlikte birden ayaklandı. Lanet olası motor gerçekten de şu an gelmek zorunda mıydı yahu! Şu dakikadan sonra söz veremeyeceğini söylerken ne demek istemişti ki? Ah, merakımdan ölüyordum fakat yanımıza gelen üç kişi sabırla beklemek zorunda olduğumu emrediyordu.
Gelenlerden bir tanesi oldukça uzundu, neredeyse Emre ile aynı boyda denilebilirdi ve birkaç adım öne atılarak "Abi bir ihtiyacın var mı?" diye sorup, elini uzattı.
Çocuğun uzattığı ele ciddiyetle bakan sevdiğim, bana doğru uzatmıştı elini ve kolumdan tuttuğu gibi arkasına doğru çektikten sonra, "Ben senin abin falan değilim" diye karşılık verdi.
"Yapma böyle Emre abi, biz bilseydik gelir miydik sanıyorsun. Zaten ortalık karışınca yanında olduk görmedin mi?"
"Görmedim. Benim o sokaktan kimseyle işim olmaz. Gidin Doruk'a yalanın siz hadi."
"Emre abi yapma böyle, bize yanlış şeyler anlatıldı. Bi izin ver açıklayalım?"
"Açıklamayın lan. Gidin orospu çocuklarıyla takılın! Hadi."
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Sadece İki Ay
General FictionOysa ne çok ağlamıştım buraya geldiğim için, ne çok kızmıştım babama. " Bu bir tür sürgün! Benden kurtulmak mı istiyorsunuz" haykırışları ile nasıl da nefret kusmuştum. Fakat hayat böyle bir şey sanırım. Sürprizleri en umutsuz dolu anlarda koyuyordu...