Ve ben yok oluyordum...
So I wither...
******
Herkes ölümden bir şeyler bekler aslında. Cennete gitmeyi, cehennemde yanmayı, tamamen kaybolmayı ya da en sonunda bulunmayı... O sonsuz anın her cevapsız sorunun, her umutsuz dileğin, her sahipsiz günahın çözümü olduğunu düşünürler. Bekler, beklerken hatalar yapmaya ve bu hatalardan arınacağı an için gün saymaya devam ederler. Her başlangıcın bir sonu olduğunu bilmek belki güç verir insana. İnanmaya iter onu daha iyi bir alternatifin olduğuna. Bir gün tüm yaşanmışlıklar anlamını yitirdiğinde aydınlanmanın mutlak hafifliğini keşfedeceğini umar herkes.
Peki ya sonsuz karanlık o mutlak ışıktan önce seni bulursa? Ya cehennem bir göz kırpışı kadar yakınında, ateş bir soluk mesafesindeyse? Yaşarken düşsen o dipsiz çukurun içine... İnsanların görmeden bakan gözleri fark eder miydi bedeninin içine hapsolmuş alevler içinde yanan ruhunu sence? Her bir hücren kanarken acını yanaklarından süzülen gözyaşlarından anlayabilirler miydi? Şeytanlar beyninin içinde tepişirken görürler miydi acaba kendini her an biraz daha kaybettiğini? Bilebilirler miydi cehennemin çorak topraklarına ölüm bile seni bulmadan önce saplandığını?
Toprak sanmıyordu.
İki hafta olmuştu hep birlikte dipsiz bir kuyuya düştüklerinden beri. Kaza haberi geçmiş gibi geleceği de küllerin arasına gömmüş; o günden sonra Toprak ne doğru dürüst nefes almış, ne kabuslar görmeden gözlerini kapatabilmiş, ne de yaşamaya devam edebilmişti. Üstelik o sadece cehennemin kıyısında geziniyordu. Oysa Cemre alevlerin içindeki iblislerle asla kazanamayacağı bir savaşın ortasına dalmıştı doğrudan. Işığı üstüne kapaklanan canavarların gölgesinde sönüp gitmişti. Artık yalnızca sürükleniyor, ona uzanan ellerden yardım almaya bile yeltenmiyordu. Okulu bırakmış, eve bir kez olsun uğramamış, kendini tüm hayaletleriyle birlikte hastanenin koridorlarında ölüme terk etmişti.
Toprak nefes alamıyordu. Kızın günden güne ellerinden ve bu hayattan kayışını izlerken kelepçelerle kaderine bağlanmış bir mahkumdan farksızdı. Parmaklıkların ardında yardım etmek için canını bile vereceği onca insan dururken o elleri kolları bağlı tahliye olacağı günü bekliyordu. Ve zaman, o an hiç olmadığı kadar yavaş akıyor olsa da kısıtlıydı. Daha dün karların altında Cemre'yi kollarında tutarken Toprak şimdi bir başına hastaneye doğru bisikletini sürüyordu. Sömestr tatiline girdikleri o günü bambaşka hayal ettiğine şüphe yoktu. Oysa son iki haftadır okula nasıl gidip gelmiş, sınavları nasıl vermiş, kimi görmüş, kime ne demiş farkında değildi.
Can yaşıyordu. Hala... Herkes mucize diyordu o arabadan çıkmış olmalarına. İlahi bir güç korumuştu onları, özellikle de Zeynep'i. Ama aynı ilahi gücün başka planları da olmalıydı, çünkü ikisi de gözlerini açamamıştı henüz. Ve sanki zaman geçtikçe onları sevdiklerine bağlayan zincirler de teker teker kopuyordu. Kazayı gören iki kişi de komadaydı ve gerçekte neler yaşandığını sadece tahmin edebiliyordu geride kalanlar. Can'ın kız arkadaşıyla birlikte doğum gününe geldiği aşikardı. Partiye yetişmek için hız yaptığı, sonra da kontrolü kaybedip uçuruma düşmüş olmaları en olası açıklamaydı. Ve her şeyden çok bu açıklama Cemre'yi diri diri yakıyordu günlerdir.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
BAHAR UYKUSU
RomanceDaha beş yaşındayken uykusunda evini yakan bir kız. Bir uyurgezer. Beş yıl sonra eve dönen genç bir adam. Ege. Zeytin bahçeleri. Lise hayatı. AŞK. AŞK. AŞK. Arkadaşlar. Dostlar. Düşmanlar. Büyük bir sır. Korkunç bir entrika. Kırılan kalpler ve kırı...