Öyle yorgunum ki, sanki yüzünü kilometrelerdir görmedim...
******
I'm so tired
I'm sorry if I'm low on confidence, I left at midnight
I'm sorry, but my brain is fried
I haven't seen your face in miles and miles******
Cemre acele etmiyordu. Güneş daha kendini göstermemişti tam. Pespembeydi gökyüzü. Sıcacık bir battaniye gibiydi bulutlar. Çiftçinin çalışmaya başlaması için geçti bile. Ama okula tırmanan patika henüz öğrencilerce işgal edilmemişti. Bir kuşlar eşlik ediyordu o an Cemre'ye, bir de serin rüzgar. Erkenden evden çıkmış, kimseye haber vermeden bisikletinin üstüne atlamıştı.
Ayşe abla çoktan kalkmış, mutfakta hazırlıklara başlamış olmalıydı. Rıfat abi zeytinliğin bir köşesinde o günkü yapılacakları gözden geçiriyordu şüphesiz. Hiçbirine görünmek istememişti Cemre. Kendiyle bile konuşmaya sabrı yoktu bu sabah. Gecenin bir yarısı eniştesinin eve döndüğünü duyduğu andan sonra bir daha hiç uyumamıştı. Toprak bu kadar uzakta olmasa onu görmek için penceresinden kaçar, oğlanın kolları arasında rahatlamayı umabilirdi. Ama onun sesiyle yetinmekten fazlasını yapamamıştı.
Hala İstanbul'daydı Toprak. Gideli bir hafta değil de aylar olmuştu sanki. O yokken daha da zor geliyordu her şey Cemre'ye. Zaman geçmiyor, en küçük sorunlar çözümsüz kalıyor, ruhu bir kafesin içinde çırpınıyordu. Kızgındı aslında kendine. Tüm hayatını tek başına, yıkılmaz bir kale gibi dimdik geçirmişti. Sanki Toprak mı vardı onca zorluğa göğüs gererken? Şimdi üç gün ayrı kaldılar diye saplandığı bu buhran ne kadar anlamsızdı.
Yine de...
Çaresiz hissetmekten kendini alamıyordu Cemre. Bir kez sığınacağı limanı bulmuş bir gemi eskisi gibi dalgalarla yüzleşemiyordu demek. Toprak'a ihtiyacı vardı Cemre'nin. Onun dinginliğine, yaydığı güvene, kokusuyla gelen huzura... Çocuğun onun için uğraştığını, sırf Levent lanetine bir çözüm bulabilmek için İstanbul'a gittiğini biliyordu bilmesine, ama bu gerçek rahatlatıcı değil, aksine dehşet vericiydi.
Derin bir nefes alıp gözlerini yumdu Cemre ve bisikletin onu sürüklemesine izin verdi. İnandığı her şeyin bir yalan olduğunu öğrenmesinin üzerinden iki hafta geçmişti bile. Ah nasıl da acayip bir iki haftaydı o öyle... Ortaya çıkan sırrın kalpleri hafifletmesi gerekirdi belki. Taşıdığını bile fark etmediği koca bir kaya kalkmıştı Cemre'nin göğsünün üstünden. Özgürdü ilk kez. Hatalardan, günahlardan, çocukluğun pişmanlıklarından... Kahkahalar atması, tüm kasabayı çığlık çığlığa koşması yerinde olurdu.
Oysa öyle karman çormandı ki duyguları. Öğrendikleri bambaşka bir yük bindirmişti üzerine. Nefret etmekten kendini alamıyor, intikam arzusu en olmadık anlarda ruhunu hazırlıksız yakalıyordu. Değil Levent'i görmek, eve sinmiş parfümünü duymak bile kanser ediyordu Cemre'yi. Gün geçtikçe dayanmak kolaylaşmalıydı ama olmuyordu.
Hiçbir şey kimse için daha iyiye gitmemişti o günden sonra. Cemre'nin önce içine kapandığı, sonra delirdiği, sonra yeniden gölgelere saklandığı günler birbirini kovalamış, Can öfkenin getirdiği azimle değneklerin birinden tamamen kurtulmuş, Duru konuşmayan, gülmeyen, bambaşka bir insana dönüşmüştü. Toprak mantıklı açıklamalarla onu yolundan çevirmek isteyen onca sese rağmen o gün söylediklerinde kararlıydı. Daha fazla adaletin yerini bulmasını bekleyemeyecek kadar öfkeliydi.
Polisten de o ana kadar onu haksız çıkartacak iyi bir haber gelmemişti zaten. Cemre için dik durmaya çalışsa da her akşam onu eve bırakırken Toprak'ın gözlerine yeniden çöküyordu karanlık. Sessizce lanet ediyordu sevdiği kızı bir şeytanla baş başa bırakmak zorunda kaldığı için. Tedirgindi, diken üstündeydi, çaresizdi. Ve bunların hiçbiri için kimse onu suçlayamazdı.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
BAHAR UYKUSU
RomanceDaha beş yaşındayken uykusunda evini yakan bir kız. Bir uyurgezer. Beş yıl sonra eve dönen genç bir adam. Ege. Zeytin bahçeleri. Lise hayatı. AŞK. AŞK. AŞK. Arkadaşlar. Dostlar. Düşmanlar. Büyük bir sır. Korkunç bir entrika. Kırılan kalpler ve kırı...