Biz hep cevap aradık. Sorduğumuz soruların yanıtlarını duvar kenarlarında, sokak lambalarının altında, caddelerde, gölgelerde aradık. Taşların altına, zihnimizin bir köşesinde, en çokta kendimizde aradık cevapları.
Ben cevaplarımı taşların altında, sokak lambalarının altında, gölgelerde, zihnimde, en çokta kendim de aradım. Ben hep aradım. Bir yanıt bulmak istedim. Bulamadım.
Çağın olmak zordu. Herkes kolay zannederdi. Değildi. Çağın olmak kolay değildi. Ne kadar büyürsen, sorumluluklarında senle o kadar büyüyordu.
Ailem kaybettiği büyük paralardan sonra buraya taşınmıştık. Hayatımı orada bırakıp gelmiştim. Her şeye çok farklı başlamıştım. Rüzgar ve Anıl ile arkadaş olmuştuk. Hep birbirimizi korumuştuk bu zamana kadar. Şimdi öyle değiliz. Her şeyin büyüsü kaçıyor, sanki her şey sona eriyordu.
Onla geçirdiğim her an daha başka oluyordu. Hira kuzenim gelmiş, aile arasında büyük kavgalar olmuştu. Halam boşandığı için ona önyargılı davranıyorlardı. Annem ve babam onları eve dahil etmek için dedem ve babaannemi ikna etmişti. Böyle düşünceleri olan bir aile içinde hep kuşak çatışması içerisinde oluyorduk. Bu tek kuşak çatışmasıyla da alakası yoktu. insanların o kendilerine doğru bellediği görüşlerle de ilgiliydi.
İşte en çok kızdığım şeyde buydu. Erkek kısmı kadın tarafına iyi davrandığımı gördüğümde bunu kınar gibi bakar. Sonra bana asıl yapmam gereken şeyleri söylerlerdi. Ben asla bu düşünceleri benimsemedim. Babamda böyle bir şey asla düşünmezdi ama benim gibi dedeme karşı çıkmıyordu. Herkes dedemden korkuyordu.
İşte ben bu aileni her bir bireyini haklı olduğu yerde savunan tek kişiydim. Dedeme asla yağcılık yapmıyordum buna rağmen dedem bana hep hoşgörü ile yaklaşmaya çalışıyor, haklı olduğumu bildiği yerde susuyordu.
İnsanların hep bu tutumsuz, önyargılı ve saçma düşünceleri ile boğuştum ben. hala öyle. Şimdi Hira'yı sevmediği bir hayta mahkum etmek için uğraşıyorlardı. Ve ben onun istediği hayatı yaşasın istiyordum. Bu yüzden İstanbul'da ev tutacaktım. Hira'da benimle gelecek ve istediği hayatı yaşayacaktı.
O bu köyde harcanmayacaktı. Onun çok başka bir ışığı vardı. Onun ışığının parlamasını istiyordum. Bunu becerebileceğine emindim.
Peki ben? birazda ben tabi. Hayvanlara olan sevgimin sınırı, ucu bucağı gözükmüyordu. Onlara gelen tek bir zarar bile benim canımı yakıyordu. Onların yaralarını sarardım, ilgilenirdim. Geldiğim ilk günlerde arkadaşlarım hep hayvanlar olmuştu. şimdi de öyle olsun istiyordum. Bu yüzden veteriner olacaktım. İstanbul'da hayvan hastanesinde çalışmayı düşünüyordum. Küçük dostlarımı hep koruyacaktım. Çocukluk arkadaşlarımı.
Duygularımı hep yoğun yaşamıştım. İnsan ne kadar mantığını dinlese de bazı yerlerde devre dışı olabiliyordu. Merve ile tanıştığımda ilk arkadaştık mesela. Sonra ne olduğunu ben fark etmeden onu sevdiğimi söyledim. Sanırım benden gitsin istemedim. Çünkü o farklıydı gözümde. Ama sonra alay etti benle. Eski Çağın ile. Aradan zaman geçtikçe kalbim mühürlendi sanki. Sahibi de gelmek bilmedi.
Hayır, o gelmişti. Mührü çözecek kişi gelmişti. Kalbimin sahibi, mührü açabilecek tek kişi, Yekbun. Çok farklıydı o. Gözlerindeki derinlik, ruhundaki çocuk, duruşu, gülüşü, saçları... sanki o tabiatla bir bütündü benim gözümde. O yüzden onu hep izlerdim. O günün batışını seyrederken ben onu izlerdim. Ben hep onu izlerdim. O her şeyden farklıydı. Gül kadar narin ve zarifti ama dikeni acıtıyordu. Oysa o dikenler sadece kendisini koruması içindi.
Bana hep gelgit yapmıştı. Bende aynı şekilde ona davranmıştım. Sanki pusulanın yönü şaşmış gibiydi ikimizinki de. Bozuk pusula gibiydik. Kalplerimiz birbirine yakın olduğunda hızını biz bile ölçemiyorduk. Verdiğimiz kararlar, olduğumuz konum, saçma davranışlarımız hep bizi uzaklaştırmıştı. Buna rağmen aramızda çok farklı boyutlarda, çok başka bir zamanda, evrene aykırı bir, bir... güldü. Kırmızı bir gül. Evet... belki de en başından her şey bizim için hazırlanmıştı. Öyleydi. Bizim için yazılmıştı bu hikaye belki de. Ona göre mi gidiyorduk peki?
Ya da sadece kendimi kandırıyorum. Hepsi bu.
Hira'nın içeri girmesinden sonra dışarı çıkmama müsaade edilmedi. Gerginlik geçmemiş olacak ki babam ile amcam birbirine girdi. Amcam hep yalakalık yapıyordu.
Ailem hep bir şeylere engel oluyordu ayak bağı gibi. Ama yeri geldiğinde en ihtiyaç duyduğumuz insanlardı. Aile çok özel ve başkaydı.
Bende odama çıkıp yatağıma bıraktığım telefonu elime aldım. Normalde Yekbun'u arayacaktım ama o benden önce aramıştı. Onu yüzüstü bırakmıştım. Hem davet edip hem de ekmiştim. Kendime çok kızıyordum. En çokta dedeme. Yekbun dışında herkese çok öfkeliydim. Oysa tek niyetim onunla sakinleşmekti. Huzur bulmak. Yine onu izlemek belki de.
Ona geri dönüş yapıp aradım ama telefonu çalmasına rağmen açmadı. Sanırım bana kızgındı. Belki de onu ektiğim için öfkeliydi. Başına bir şey de gelmiş olabilirdi. Ya hala tren yolundaysa? Gitmiş midir evine? İyi midir? Bana karşı kötü hissediyor mudur? Bu sorularıma yanıt bulmam gerekiyordu. Böylece oturamazdım. Belki de bana ihtiyacı vardı.
Yerimden kalkıp telefonumu da alarak odamdan hızla çıktım. Hiç kimseye bir şey demeden evden çıkıp gittim. Tren yoluna giden sokaklardan koşarak geçtim. Nefes nefese bizim bahçenin önünden geçtim. Sonunda tren yoluna vardım. Raya çıkıp biraz yürüdüm ve nefeslerimi düzene soktum. Yürürken rayların üzerine bırakılmış bir demet kasımpatı buldum. Elime aldım. Burnuma götürüp kokladım. Artık zamanı geçiyordu. Kuruyacaklardı. Zaman geçiyordu... bizim içinde zaman geçiyor muydu? Kuruyup gidecek bu kasımpatılar gibi?
*****Siz ne düşünüyorsunuz?
Bu talihsiz olaylar içerisinde bir kasımpatı gibi yeşerecek mı aşkları? Yoksa bir mevsimin kurbanı olup solacak mı?
Çağın karakterini nasıl buluyorsunuz?
Yorum ve beğeniler sizden... Seviliyorsunuz, görüşürüz 🤍
800 kelime...
ŞİMDİ OKUDUĞUN
YEKBUNUM (TAMAMLANDI)
General FictionDÜZENLENECEK! Eski halini okumasanız daha iyi :)) "Tüm muhteşem hikâyeler iki şekilde başlar; ya bir insan bir yolculuğa çıkar, ya da şehre bir yabancı gelir." Yekbun'un muhteşem hikâyesi ise bir yolculuk ile başladı. Dertlerini, hayatını ve kend...