Hasan'ın küçük gösterisinden sonra uzun süre kendilerine gelemediler. Birkaç saniyeliğine odanın içini dolduran çığlıklar, o gece hepsinin kulaklarında çınlamıştı. Bir anda yükselen harlı
ateşin kaybolup gittiğini sanmışlardı, ama göz kapaklarının inmesi ile birlikte, ateş perdesi yükselmişti.Sevgililer birlikte yattıkları için daha şanslı hissetmişlerdi kendilerini. Birbirlerine sıkı sıkı sarılmışlardı. Tek yatanlar ise hayatlarının en zorlu uyku süreciyle karşı karşıyaydılar.
Başlarını koydukları yastıkları, üstlerindeki yorganları, pijamaları, odanın halısı her şey şüpheliydi. Gözlerini kapadıklarında harlı bir ateş, açtıklarında ise ürkütücü karanlık vardı.
İliklerine kadar titreseler de kalktıklarında ilk işleri arkadaşlarına yaşadıkları esrarengiz olayı buğulu bir sesle anlatmak oldu. Ayrıcalıklıydılar sanki. Böyle bir olaya şahit olmaları farklı
kılıyordu onları.Batının mistisizmden arındırılmış çorak topraklarının çocukları, Hasan'ı tinsel malzemenin yığıldığı bir vaha olarak görüyorlardı. Göğe yükselen harlı ateşi görmekle bir tas su içmişlerdi sanki bu vahadan.
Bahar ve tayfasının kopardıkları yaygara, arkadaş çevrelerini derinden etkilemişti. Hasan Öğmen ismi en çok merak edilenlerin ilk sırasındaydı.
Bir iki gün içinde doruğa ulaşmıştı Hasan efsanesi. Öğrenciler "Bizi de tanıştırın" diye yalvarıyordu. Aybike, kız arkadaşlarından gelen tanışma taleplerine bozulmuştu.
Hasan ile tanışmak isteyen "meraklı gençlik' Aybike'den aldıkları soğuk yanıt üzerine, Bahar ve Miray'a yöneldi. Aybike'nin "Bilmem ki utangaç çocuk biraz, hem vakti de yok, üniversiteye
hazırlanıyor" biçimindeki mazereti, Bahar tarafından ciddiye alınmamıştı.
"Kız onun sınava hazırlanmaya ihtiyacı var mı? Çocuk aşmış aşmış!"
Hasan'ı cepten arayan Bahar "Bu akşam Taksim'de takılacağız sen de gelir misin Hasancığım?'' diyerek; meraklı gözlerle sonucu bekleyen arkadaşlarını, verdiği olumlu yanıt ile sevindirmiş,Aybike'yi ise kiskançlık krizine sokmuştu.
Öğleyin yüzlerini okşayan serin hava sanki kötü bir laf edilmişçesine sinirlenmişti. Hasan, rüzgâra rağmen, ısrarla başını sağa sola çevirip merakla gözlerle etrafı didikliyordu.Rüzgârın okkalı şamarları İstiklal Caddesi'nin bilindik kalabalığını bertaraf etmişti. Tramvay yolunun ikiye böldüğü caddenin her iki yanında da elleri ceplerinde soğuktan büzüşmüş ve hızlı hızlı yürüyen tedbirsiz insanlar ile öğlen güneşine aldanmayıp kalın giyinmiş yaşlı kesimin ağır, mağrur ve mutlu yüz ifadeleriyle gerçekleştirdikleri yürüyüş farklı bir mizansen yaratıyordu.
Arkadaş grupları tek tek veya iki kişi yürüyenlere göre daha yavaş ilerliyordu. İki üç dükkânda bir, gruptaki bir kişinin "Aaa şu gitara bakın", "Aaa ne güzel gömlek", "Ahmet Altan'ın yeni
çıkan kitabı bu mu?", "İnanmıyorum ya bu şapkayı arıyordum işte" gibi sözlerle vitrinlere yönelmesi arkadaş gruplarının hızını iyiden iyiye düşürüyordu.Biraz önce kendisi arkadaşlarını durdurmuş olan kişi bir iki adım sonra bir başka arkadaşının vitrinlere yönelmesini ve bu zorunlu bekleyişi sinirle karşılıyordu. Zifiri karanlık olan gökyüzü caddeye yaklaştıkça, Vitrinlerin davetkâr ışıklarıyla aydınlanıyor ve aralarında ilginç bir savaş yaşanıyordu.
İstiklal Caddesi üzerinde bu savaşı kaybetmiş görünen karanlığın, Cihangir'e ve Tarlabaşı'na doğru uzanan ara sokaklardaki hâkimiyeti mutlaktı.
Ülkenin en ünlü caddesine yakışmayacak biçimde, belediyeciliği Ramazan ayında iftar yemeği vermekten ibaret sanan, alt yapıdan bir haber görevlilerin döşediği kalitesiz parke taşları, geçen tramvayın tüm nazikliğine rağmen titriyordu.
Zamansız, plansız gelen rüzgârla üşüyenlere kaşkolden, atkıdan ağzı yüzü görünmeyen terörist kılıklı "tedbirli"lere, yarısını rüzgârın içtiği, ağızlarına sabitlenmiş sigarayla yürüyen karamsar suratlı tiryakilere, ruhunun pisliğini yere tükürerek atmak isteyen iğrenç heriflere, müşteri arayan ve soğuğa inat şuh kıyafetlerini muhafaza eden orospu ve travestilere, mesleğe yeni adım atarken duyduğu "bugün pezevenk derler ama yarın ağam paşam deyimindeki "ağa, paşa" kısmının bir an önce gerçekleşmesini bekleyen açık yakalı, sarı dişli, kirli bıyıklı pezevenklere; sağdan soldan geçen yakışıklı erkekleri içi ezile ezile izleyen takım elbiseli mevki makam sahibi geylere, bir milyoncu' dönercilere, handaki birkaç büronun batması veya çıkan bir iki rezilliği göz önüne alarak hayatla ilgili tüm sırları bildiklerini düşünen yayvan bıyıklı han bekçilerine, yeşil parkalı devrimci üniversite öğrencilerine, sürekli gülen çehreleriyle otellerine dönmekte olan Japon turistlere, gelene geçene hayretle bakan ve insan dışı farklı bir türmüş gibi algılanan ve adlandırılan tinercilere, Galatasaray Lisesinin görkemli kapısına, konsolosluk binalarının ciddiyetine, hayatın acılarıyla çok erken tanıştırılmış olan çocuk dilencilere, değme tiyatrocuları çatlatacak bir hüzünle mendil satmaya çalışan hacı ninelere, tüm kasvete kedere, acıya, soğuğa, pisliğe, mutsuzluğa, gözünün alabildiği Taksim'in her noktasına mutlulukla baktı.
Mutluydu! Çünkü ilk kez yaşıyordu bu güzelliği. Evet, ilk kez kızlı erkekli bir arkadaş grubuyla dışarıya çıkmış geziyordu. Kendisiyle ilgilenen, bir şeyler soran kızlar vardı. Aman Tanrım ne büyük bir rüyaydı bu? Yoksa...
Yoksa bir rüya mıydı? Korktu! Kendisine sorular soran, hayatının genel hatlarını öğrenmeye çalışan kızların, Bahar'ın, Miray'ın, yanından ayrılmayan Aybike'nin kaybolmasından korktu.
Bahar, grubu caz bara doğru sürüklüyordu. Ercan için, sevgilisinin ricası olmasa asla katılmayacağı bu anlamsız akşam buluşmasının tek iyi yanıydı caz bar. Diğerleri pek umursamamıştı nereye gideceklerini.Zaten gecenin anlamı Hasan'dı. Belki küçük bir gösteri yapmasını istemek ya da Baharların gördükleri gösterinin aynısını görmekti.
Barda masaların üzerine cam fanuslar içinde Çin malı ucuz mumlar konulmuş, otantik bir ortam yaratılmıştı. Elektrogitarın ve baterinin sesi belirgin biçimde kaplamıştı salonu.
Ortamın sohbet için biraz fazlaca müzikli atmosferinde Hasan'ı tanıma gayretleri olağanca güçlüğüyle devam ediyordu. Konu ruh çağırma ve cinler ekseninde dönerken Hasan'ın yaptığı hiçbir bilimsel değerlendirme, hiçbir felsefi yaklaşım dinlenmiyordu.Daha doğrusu sözün, kelimenin, cümlelerin hiçbir anlamı yoktu. Postmodernitenin ağlarına takılmıştı Hasan. Çünkü yeni nesil için gazete değil, kanlı canlı televizyondu; roman değil, filmdi.
Saklambaç, topaç değil, Play Station'dı. Aksiyondu, hareketti, görsellikti. İlle de bize de göster dediler. Ateşleri, çığlıkları onlar da görmek istiyordu.
Hasan ilgiden memnundu. "Tamam, ama burada olmaz" dedi. Küçük bir gösteri daha yapmanın ne sakıncası olabilirdi ki. Çevredeki masalarda öpüşen sarmaş dolaş tipleri inceledi. İç geçirdi.