Ercan arabaya kadar bin bir acıyla yürüdü. İçeriye girip arka koltuğa, sığabildiğince uzandı. Derin nefes aldı, az da olsa rahatlamıştı. "Bugün burada yatalım. Hiç araba sürecek halim yok" dedi.
"Tamam" diyerek karşılık verdi Hasan. Evde işine yarayabilecek hiçbir şey bulamamıştı. Canı sıkkındı.
"Neydi o bana saldıran şey?" diye sordu Ercan.
Yanıt kısa ve netti: "Cin!"
"Dövdüğüm adamın şekline nasıl büründü öyle?"
''İstediği şekle girebilir."
"İyi de, okul reisini daha önce dövdüğümü nereden biliyor?"
"Cinler farklı bir boyuttadırlar ve çok kuvvetli donanımlara sahiptirler. O nedenle geçmiş hayatını tüm ayrıntıları ile bilebilirler."
"Daha açık konuşsana" dedi Ercan. Kalçasını azca döndürdü, üzerine yattığı bölge acıyordu.
"Abi, konu çok uzun ama biraz açıklayayım" diyerek düşünmeye ve anlatacaklarını kafasında toparlamaya çalıştı.
Birkaç dakika sessizlikle geçti.
"Evet Ercan Abi" dedi Hasan. Bir süre daha sessiz kaldı.
"İnsan dünyayı beş duyusuyla algılar. Yani beynimizin dünyayı algılama yetisi beş duyu ile sınırlandırılmıştır."
"Mesela?"
"Meselaaa..." diyerek gözlerindeki fulü ifade ile düşündü Hasan.
"Radar dalgalarını veya televizyon görüntülerini meydana getiren dalgalar düşün. Bunları algılayamayız ancak varlığı bilimsel olarak ispatlanmıştır. Biz bu dalgaları beş duyumuzla algılayamadığımız için yıllarca yok saymışız ama ne zamanki bilim, radyo dalgalarının varlığını kanıtlamış o zaman 'evet var demişiz. Hâlbuki bilim kanıtlamadan önce de vardılar. Görebilmek ile görememek arasındaki farkın ne olduğunu biliyor musun?"
"Kör olmak mı?"
"Hayır, o anlamda değil. Görebilmek ile görememek arasındaki fark, santimetrenin yüz binde üçüdür."
"Anlamadım!"
"Göz, morötesi ışınlarının dalga boyunun başladığı 0.0004 cm de görmeye başlar ve kırmızı ışınlarının dalga boyunun başladığı 0,0007 cm'de görme işlemi son bulur. Yani bu küçük aralığın dışındaki hiçbir şeyi göremeyiz, algılayamayız. Röntgen çektirirken, bedenimizden x-rey ışınları geçer. Biz x-rey ışınlarının geçişini algılayabiliyor muyuz?" Hasan kendi sorusunu cevapladı.
"Tabi ki hayır.''
Peki, bunları algılayamıyoruz diye varlığını inkâr edebilir miyiz?"
"Bunların beni duvara çarpan reis ile ne alakası var?"
"Ercan abi o reis değil, onun suretine bürünmüş bir cindi."
"Öyleyse bu anlattıklarının cin ile ne alakası var?"
"Buraya kadar anlattıklarımı anladın mı?"
"Evet."
"Şimdi gelelim Cinlere" Bir süre düşündü. Ercan'ın anlayabileceği dilde anlatmak istiyordu.
"Kuran-ı Kerim'de cinlerin dumansız ateşten yaratıldığı ve tüm gözeneklere nüfuz edici olduğu belirtilmiştir. 'Min mearicin min nar' yani dumansız ateş eder. "Min nar is semum' yani en ince gözeneklere der. Kuran-ı Kerimde bahsedilen bu ateş, ışık veya ışındır. Yani cinler, beş duyumuzun ötesindeki dalga boyundadırlar. Cinleri oluşturan ışınlar bizim algılama aralığımızın dışındadır. İnsanoğlu bazı şeyleri 'imkânsız' olarak görür veya 'saçma' olarak adlandırır.
Bilim gelişebildiği ölçüde, insanoğlunun 'saçma' kavramını suratına çarpmıştır ama gelişemediği alanlarda insanların önyargıları devam ediyor. Bu alanlardan biri de cinler. Henüz cin algılayıcı bir sensör icat edilmediği için insanoğlu cinlerin varlığını kabul etmiyor. Ama biz var olduğunu ve bazı dalgalardan, ışınlardan oluştuğunu biliyoruz. Cinler farklı bir formda olduğu için hafızaları, ömürleri, hızları her şeyi bizden farklıdır. Seninle ilgili her şeyi bilebilirler, farklı biçimlerde görünebilirler yani cinleri düşünürken mantığını kullanmamaya çalış. Çünkü mantığını beş duyun ve içinde bulunduğun toplum şekillendirdi."
Ercan, Hasan'ı dinlerken sırtüstü yatmanın bedenini rahatlattığını geçirdi aklından. Saç dipleri ise hala ağrıyordu.
"Anlıyorum" dedi. Sormak istediği farklı şeyler de vardı. Ancak bir ara vermek gerektiğini düşündü. Acıkmıştı, "Hasan, bir şeyler yesek de sohbete öyle devam etsek olur mu?"
"Olur abi. Nasıl istersen."