Ertesi gün antrenmanda ne Cade, ne de Trever ortalıkta görünüyordu. Laf arasında Sandy'e Trever'ın nerede olduğunu bilip bilmediğini sorduğumda aldığım cevap şaşkınlıktan birkaç saniye gözlerimi kırpıştırıp, tepki verememe sebep olmuştu.
Görev için tesisten ayrılmıştı. Üstelik Cade ile beraber...
Bu, gidenin birkaç hafta boyunca ortalıktan kaybolduğu lanet görevlerde neyin nesiydi? Ve Cade'in gitmek için yanına Trever'ı seçmiş olmasında ki zamanın manidarlığı gerçekten beynimde alarm zillerinin çalmasına yetmişti de artmıştı bile.
"Belki de" dedim kendi kendime "Belki de birkaç kemiğini kırmalı ya da uzvunu koparmalıydın!"
Her ne olursa olsun Trever ile konuşmak için beklemekten başka seçeneğim yoktu...
Cade ile olanlar zaten yeterince can sıkıcıydı, ancak bir de Trever'a bir açıklama yapmam gerekiyordu. Çünkü Cade'in dün gece ile ilgili ne kadar dürüst davranacağı konusunda şüphelerim vardı. Cade'i hayatımdan tamamen kestirip attığımdan emindim. Ancak bu yine de Trever ile ikimize bir şans vermek istediğim anlamına gelmiyordu. Bunu bütün gece düşünmüştüm. Ancak ne yazık ki onunla olan durumum sadece hem onu, hem de kendimi kandırmaktan farksızdı.
Fiziksel olarak Trever'a çekilmemek imkânsızdı ama bu benim için yeterli değildi. Ona karşı hissettiklerim arkadaşlıktan öteye geçmiyordu ve kendimi tam olarak veremeyeceğim bir ilişki sadece dostluğumuzu bozardı. Bunu ise nasıl açıklayabileceğim konusunda hiçbir fikrim yoktu. İzah etmek bile bir şeyleri zedeleyecekti, emindim...
Yemekten sonra direkt Greta'nın odasına attım kendimi.
Beni kapısında görür görmez kaygısını gizlemeye gerek bile görmeden, "İyi misin?" diye sordu.
Bu, hem tuhaftı çünkü bu saatlerde genelde onunla vakit geçirirdik, hem de şu anlama geliyordu; moralim o kadar berbattı ki bunu yüzümden okumamak imkânsızdı. Duygularımı ve hissettiklerimi belli etmemek konusunda bu lanet yere gelmeden önce oldukça iyi iş çıkartıyordum. Artık ne kadar boktan bir haldeysem bir süredir bunu bile beceremiyordum.
İçeri girerken elimden geldiğince gülümsemeye çalıştım ve sanki söylediği şey çok saçmaymış gibi bir tavır takınıp," Elbette. Neden olmayayım ki?" diye cevap verdim.
Bana bir kahve hazırlayıp elime de incelemem için bir kitap tutuşturduktan sonra hızla yarım bıraktığı kitabına geri döndü.
Masasına yığılmış kitaplar arasından özellikle elinde tuttuğuyla ilgileniyor gibi görünüyordu.
Benimse dikkatim tamamen başka bir yerde olduğundan sadece sayfalara boş boş bakmakla yetiniyordum.
Kitaptan kafasını kaldırmadan, "Marduk'un sembolünün bir akrep olduğunu biliyor muydun? Cyrus'un ki ise siyah bir basiliskmiş. Hani şu dev gibi olan yılanlardan." dedi.
Tek cevabım homurdanmak oldu. Ancak yapmaya çalıştığı şeyin farkındaydım da. Bir sorunum olduğunun gayet farkındaydı, ancak beni konuşturmaya çalışmak yerine, dikkatimi başka bir tarafa yönlendirmeye çalışıyordu. Elbette gereksiz bir çabaydı ama yine de takdiri hak ediyordu...
"Atargatis'in ki bir balık. Annenin ki ne acaba?"
"Beş dişli bir yaba." dedim düz bir sesle. Elimden geldiği kadar kendimi kafamı gömdüğüm kitabı okumaya adamış gibi görünmeye çalışıyordum.
"Peki, senin okumaya çalıştığın kitapta enteresan bilgiler var mı Alina?"
"Yok."
"Emin misin? Netice de okumaya çalıştığın kitap Sümerce. Ben bile kolayca o dili çeviremediğime göre, öğrenebildiğin her şeyi bilmek isterim doğrusu."
ŞİMDİ OKUDUĞUN
TUFAN
FantasyKavuşamadığı prensinin ardından ağlak gözlerle bakan o deniz kızı hikâyelerini unutun. Çünkü gerçekle yakından uzaktan hiçbir ilgisi yok. Bu sadece onları zayıf, duygusal ve güçsüz birer mitolojik varlık olarak düşünmeniz için bilinçli olarak yaratı...