Bir pazar bölümü daha patlatalım o zaman...
Ölüm, bir canlı varlığın hayati faaliyetlerinin kesin olarak sona ermesi durumuydu. Ayrıca canlı varlıkların her hangi bir dokusunun canlılığını kaybetmesine de denirdi. Canlının ölümünden bahsedebilmek için hayati faaliyetlerinin bir daha geri gelmemek üzere sona ermesi şarttı. Boğulma, donma, zehirlenme tehlikesi geçiren ve kalbi duran kişilere suni teneffüs ve kalp masajı yaparak, durmuş gibi görünen solunum ve dolaşım fonksiyonlarının tekrar başlatılması mümkündü...
Kafası acımasızca bedeninden ayrılmış biri içinse hiç umut yoktu değil mi?
Vücut, tamamen ölmeden önce yüksek miktarda endorfin salgılardı ve bu şekilde yaşanan bu son deneyimi mümkün olduğunca acısız ve ağrısız geçirilmesini sağlardı.
Peki, kafası kesilen birinin vücudu yine aynı şeyi yapar mıydı?
Ölüm; onca didişmenin, onca savaşın ne kadar da önemsiz olduğunun, her şeyin aslında bir ipin ucunda olabileceğinin kanıtı gibiydi.
Belki de Hamlet'de ki gibi her yönüyle kusursuzca işlenmiş bir kavramdı ve tıpkı Shakespeare'in de dediği gibi; uyumaktı sadece ve yalnızca uyumakla bitirebilirdi bütün acıları yüreğimiz.
Şiirlerde ve kitaplardaki betimlemelerde bazen şık duran bir olguydu. Hatta bazen özlemle, bazense korkarak beklediğimiz sondu.
Hayatımızdan eksilen her kişinin giderken bizden de bir parça götürmesiydi belki de... Ya da hayatı anlamlı kılan bir durumdu.
Aldığın nefesi veremeyip, verdiğin nefesi alamamaktı. Kimine göreyse bir son değil başlangıçtı. Hatta son değil, sonuçtu.
Başımıza gelebileceği korkusuyla hakkında binlerce senaryo ürettiğimiz ve bizi hayatımıza anlam katmaya çaba harcamaya iten bir gerçekti.
Yaşamın karşıtı değil ta kendisiydi belki. Sonuçta dünyaya gelirken ölümü göze alırdık hepimiz. Bu yüzden son değil de adil bir başlangıçtı belki... Fırsat eşitliğiydi.
Belki de; yeni bir dünyaya, yeni bir bedenle, yeni bir varlık olarak doğuştu. Bu yüzden yok olmak değil, dönüşmekti ölüm.
Her ne olursa olsun biri, bir daha geri dönmemek üzere bedenini terk ettiğinde. Geride kalanlar için ölüm; yaşamaktan çok daha kolay olan şeydi. Yaşarken nefes alıp verememek ve tüm vücut fonksiyonlarının durması demekti. Hiç gücünün kalmadığını hissetmekti ve yıkıcıydı.
Yani yaşarken ölmekti...
İşte kafasının olması gerektiği yerde kanımı donduran bir boşluk bulunan ve cansız bedeninin yatırıldığı sedyede, hemen kol hizasında duran hafif yuvarlak şeklin kafası olduğundan emin olduğum cesedin önünde dururken, kafamdan geçirdiğim ölüm ve gerçekliği ile ilgili tüm düşüncelerim bunlardı.
Bedeninin üstüne örtülen beyaz örtüye bulaşan kan midemi bulandırıyor ve örtünün altından aşağıya doğru uzanan sarı saçların sahibinin tanıdık birine ait olması, en az tanımadığım birine ait olması ihtimali kadar gerilmeme sebep oluyorken, nefes bile alamıyordum sanki...
Cade'in döndüğünün haberini bana Trever vermişti. Bunu garip bulmuştum elbette ancak tek sebebi bu değildi.Çünkü yüzünde gördüğüm dehşet ifadesi bana bir şekilde çok daha fazlası olduğunu söylüyordu.
Özellikle çaba sarf ediyor gibi ifadesiz tonda ki sesiyle, Cade ve diğerlerinin beni laboratuvarda beklediklerini söylediğinde ise aklıma gelen milyonlarca sebep arasında kesinlikle beni beklediğini gördüğüm ceset yoktu.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
TUFAN
FantasyKavuşamadığı prensinin ardından ağlak gözlerle bakan o deniz kızı hikâyelerini unutun. Çünkü gerçekle yakından uzaktan hiçbir ilgisi yok. Bu sadece onları zayıf, duygusal ve güçsüz birer mitolojik varlık olarak düşünmeniz için bilinçli olarak yaratı...