Kestane rengi masa ve üzerindeki satranç tahtası...
Otuz iki siyah kare ve otuz iki de beyaz kare.
İki kale, iki at, iki fil, bir vezir, bir şah, sekiz piyon...
Bir de oyunu kuran kişi.Bir taş eksik. Solda kalan at figürü yok. Ama bu kaybetmiş olduğum anlamına gelmez. Alev Taşkın şahın önünde ki piyonu öne sürdükten hemen sonra bir soru yöneltti. Satrancın yanında bulunan kum saatinde ki kumlar dökülüyordu.
"İntikam mı istiyorsun?" diye sordu.
"Öyle olduğunu mu sanıyorsun?" dedim ve kum saatinin akışı bana çevrildi. Sıra bendeydi. Piyonlardan birini hareket ettirirken:
"Babam ile sorunun ne?" diye sordum gözlerimi ona yönelttim.
"Hangisiyle?" dedi. Kum saatini çevirip: "Sen söyle?" diye seçenek sundum. Sorumu es geçerek kendi taşını oynatırken: "Neden buradasın?" diye sordu.
"Peşimde olduğun için olabilir." diyerek dirseğimi masaya dayadım ve belimde ki silahı ahşap masaya koydum. Gözleri garip bir ifade aldı. Fakat kum saatini çevirip hamleyi bana verdi. Tek bir atım vardı. Onu kaybetmek gibi bir niyetim yoktu. Fillerden birini oyuna soktum ve kafamı kaldırdım.
"Mustafa Çetin ile ne sorunun vardı?" diyerek onu ince kırmızı dudaklarına baktım.
"Baş belasının tekiydi, bilirsin. Yöneltilmekten hoşlanmam." dediğinde gözlerini kaçırıp silaha baktı.
"Ama ondan hoşlanıyordun." Çarpıkça gülümseyip arkama yaslandım. Silahtan uzaklaşmıştım ama pek umurumda olduğu söylenemezdi. Kum saatimi tekrar çevirdim ve ona baktım. Tahtaya bakıp düşünceli bir yüz ifadesi takındı. Hamlesini düşünmüyordu aksine söylediğim şeyin gerçekliğini o bile kabul edemiyordu. Eline siyah ata uzandı ve hamlesini yaptı.
"Sen kimsin Beren?" diye sordu elleri masanın üzerindeydi. Silahım da masanın üzerinde ki yerini koruyordu.
"Buna bir cevap vermem mi gerekiyor?" diye sorduğumda kafasını onaylarcasına salladı.
"Ben bir savaşçıyım ya da kötü bir kahraman. Bedenin her zerresinde kendini arayan. Zırhını elinde bulunduran. Kılıcıyla herkesi korkutan. Ama ben bir Zümrüt Anka'yım. Küllerinden yeniden doğan. Doğdukça yok olan." dediğimde dilini üst dişlerinde gezdirdi ve masada ki silaha uzandı.
Engellemek istemedim aksine ne yapacağını meraklı gözlerle izledim. Kafamı hafifçe sola kırıp gülümsedim.
"Canın yandı değil mi?" Hafifçe öne doğru eğilip alnıma on santim kalan silaha bakmak yerine Alev Taşkın'ın yüzüne baktım.
Yutkundu o ağzını açacakken ben konuşmaya devam ettim:"Benim her gün canım böyle yanıyordu. Bak, şimdi senin canın yanıyor. Anlat bana." dedim. Amacım onu kızdırmaktı ve öyle de oluyordu. Yüzü hafiften kızarmıştı ve kaşları da çatılmıştı. Silahın horozunu çekti ve bende kendimi dikleştirdim. Yüzümde ki gülümseme sönmemişti. Kırmızı saçlarım isyankar hissettiriyordu.
Yüzümde ki gülümseme sönmemişti. Kırmızı saçlarım isyankâr hissettiriyordu. Evet, kırmızıyı sevmiyordum. Ama hissettirdiği şu isyankâr hissiyat hoşuma gidiyordu.
Eli tetikteydi. Hiç titreme yoktu ve sol elini kullanıyordu. Yüzük parmağına taktığı büyük koyu kırmızı taşlı bir yüzük vardı.Elini tetiğe bastığında aklıma dolan sadece çok önceden gördüğüm bir rüya idi. Abimi gördüğüm rüya. Bana şu fil oyuncakla bir şey zırvaladığı... Şuan neden bunu düşünüyorum, bilmiyorum. Belki de beynime bir kurşun gitmiştir ve etrafa kanlar dökülmüştür.
Ölüm neydi? Bir yok oluş mu? İyi de yok olan biri nasıl tekrar yok olabilirdi? Ölüm acıyı getirebilir miydi? Belki de milyonlarca hücrem aynı anda ölecekti. Ölüm neydi, bilmiyorum. Uyuşturucu tedavileriyle belki de çoktan ruhumu Azrail'e teslim ettim. Yada ailem gözlerimin önünde can verdiğinde. İhanete uğradığımda. Düşmanım ararkem bile ölmüş olabilirim. Azrail şuan karşımda ki yaşlanmış beden mi? Ama o benim azrailim olamayacak. Benim azrailim yine ben bizzat kendim olacağım. Belki bir gün bende kaçarım uzaklara. Hala kanatlarım var sonuçta. Ya da belki bir uçurum kenarında ufku izlerim ve birinin beni itmesini beklerim.
Veya verandam da sallanan o tahta sandalye de oturup elimdeki örgüyle güneşin o başak tanelerine vurduğu zaman ki enfes görüntüyü ve hafiften esen esintiyi hissederim.
Odayı dolduran tek ses silahın boş şarjöründen gelen sesti ve benim gözlerimde kurşunun çıkacağı namluya bakmaktan başka sadece şu aptal fil oyuncak ve Azraillim aklıma gelmişti. Alev Taşkın silahı kendine doğru çevirirken odadan sessizliği Newton sarkacı ve tik taklayan saat aldı ve elimdeki mermilerin masanın üzerine döktüğümde çıkan ses...
Gülümsedim.
"Düşündüğümden de acizsin." dedim tüm dikkatimi toplayarak.
Belime yerleştirdiğim diğer silahı çıkarıp Alev Taşkın'a doğrultum ve elindeki silahı masaya bırakmasını izledim. Ayağı kalktı ve odanın ortasında olan masaya yöneldi ve sandalyesine oturdu.
"Git, peşinde adam olmayacak." dedi.
"Çabuk pes ediyorsun." dedim çarpık gülümsememle.
"Etmiyorum. Babandan aldığın şu özgüvenden dolayı bunaldım." dedi ve ekledi: "İstediğini yapabilirsin."
"Fazla dişli rakip değilmişsin." diyerek alay ettim.
Kafasını çevirip: "Hala çocuksun Beren. Görmüyorsun." dedi.
"Evet biraz önce tetiğe bastığını görmedim de zaten." dedim ve ekleyerek konuştum: "Cevaplarımı almadan gitmem." dedi.
Kafasının sinirle salladı ve çiçek desenli vazonun durduğu ahşap dolabın kapağını açıp içindeki kasanın şifresini girdi ve elinde siyah büyük bir dosyayla bana döndü.
"Sakın, bunu nerden bulduğunu kimseye söyleme. Seninle bu kadardı oyunumuz." dediğinde kaşlarımı çattım.
"Ailenin tek düşmanı ben değilim. Ben küçük bir halkaydım." dediğinde kaşlarım yukarıya doğru kalktı.
"Nasıl yani?" dedim dosyayı elime alırken.
"Baban çok büyük bir şeye sahipti ve bu her şeyi değiştirebilecek bir şey." dedi ve masasına oturdu.
Yani ben az önce herhangi bir piyonu mu alt etmiştim. İnanılmaz aman ne güzel (!)
ŞİMDİ OKUDUĞUN
B.S.Ç
ActionBataklığın başlangıç hikayesi. Zümrüt'ün doğuşunun ve yok oluşunun kanatları arasındaki savaşın portresi... "Ruhu bedeninde asılı kalan, harflerin yan yana gelerek kelimeyle beraber ayağa kalkmasını bilen, kelimelerin bütünleşip cümle ile dan...