Günler burada âdeta havada serbest hâlde bırakılmış bir balonun göğe doğru yükselmesi gibi, büyük bir hızla geçip gidiyordu. Ya da Gölge Adası’ndaki zaman kavramı, benim Dünya’da benimsediğimden çok daha farklıydı ve bu sebeple de ben ona ayak uydurma konusunda ciddi sıkıntılar çekiyordum. Bazen neyin, ne ara gerçekleştiğinden bile emin olamıyordum, sık sık Aelryn’in bana hatırlatma yapması gerekiyordu ve ben bu durumdan sahiden de rahatsız olmaya başlamıştım.
Ne var ki, unutamadığım tek bir şey vardı.
Ve bunu istesem de kolay kolay zihnimden söküp atamayacaktım…
Zindanlara yaptığımızın ziyaretin üzerinden yaklaşık on gün geçmişti. On gün önce, Clifford çiftiyle yüzleşmiştim ve onlara dolaylı yoldan da olsa çocuklarının hâlen hayatta olduğunu anlatmaya çalışmıştım.
Tabii ki bu haberi her insanın yapacağı gibi, heyecan verici ve de mutlulukla dolu bir sohbet şeklinde sunamamıştım onlara. Doğrusu yapmam gereken tam olarak da buydu. Aradan geçen yılların ardından, anne ve baba olarak evlatları hakkında bir şeyler öğrenirken, mümkün mertebede rahatlamalarını sağlamalıydım.
Ama ben ne yapmıştım?
Tıpkı bir Gölge – Ruh gibi, böbürlenerek ve Dewrionlara burun kıvırarak sanki bu çok da mühim bir mevzu değilmiş gibi, neredeyse tükürür gibi anlatmıştım Chas ve Nia’yı onlara. Çocuklarını küçümserken onların ne hissedeceğine tek bir an bile önem vermemiştim.
Ve an be an suratlarını kaplayan nefrete tanık olmuştum. Eira Clifford benden o kadar iğrenmişti ki, kendisini tutamayıp parmaklıklara yapışmış ve ben ona mani olamadan beni çenemden kavramıştı.
Geri çekilmeye cesaret edememiştim. Elinin baskısı giderek artarken, esasen Gölge – Ruhlardan alması gereken intikamı benim üzerimde denemesine izin vermiştim.
Ne yazık ki sonuna kadar haklıydı.
Onun ve eşinin elinden alınan yılları başka nasıl telafi edebilirdi ki?
Bu ilkel içgüdü sayesinde en azından biraz olsun huzurla dolacaktı.
Ama Aelryn buna daha fazla seyirci kalamamıştı. Soluk renkli parmakları Eira’nın bileğini kavradığında, zavallı kadın dişlerinin arasından tıslayarak, ateşe değmiş gibi ani bir refleksle beni bırakıp geriye çekilmişti.
Hücresinin en kuytu köşesine gittiğinde, acıyla mırıldandığına şahit olmuştum. Karısının o hâlini gören Vincent da, bize ölümcül bir bakış attıktan sonra eşinin yanında diz çökmüştü. Tyalaria ona ne yapmıştı, bilmiyordum ama Vincent’ın Eira’yı çektiği azaptan kurtarabilmek adına yapabileceği bir şeyin olmadığını anlamıştım. Aelryn istemediği takdirde, kimse onun acılarını dindiremezdi.
Bu iç sızlatan sahneye daha fazla bakamayacağımı idrak ettiğimde, başımı Tyalaria’ya çevirmiştim. Ve onun zafer dolu bir edayla gülümsediğini görmüştüm. Kırmızı gözleri bana döndüğünde, mecburiyetten dolayı onunla aynı tavrı takınıp ben de suratıma kocaman bir gülümseme yerleştirmiştim.
Hiç istemesem de…
Fakat içim kan ağlasa da, böyle davranmam gerektiğini biliyordum.
Yine olsa, yine aynı şekilde hareket ederdim.
Zira hem Gölge – Ruh Kralı’nın, hem de Tyalaria’nın gözü üzerimdeydi. Bana hemen güvenecek tipte varlıklar değillerdi. Özellikle de Aelryn’le devamlı bir arada olduğumuz göz önünde bulundurulursa, mutlaka dile döktüğüm her şeyde, her davranışımda bir açık arıyordu. Bunu elbette ki belli etmemeye çalışarak yapıyordu, ancak ben anlıyordum. Kurnaz tavırları aslında gösterdiği yumuşak başlı profilinin altında sakladığı asıl yüzünü ortaya çıkarıyordu.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
VÂRİS : GÖLGE - RUH SERİSİ - Birinci Kitap
Fantasy▪︎@WattpadScifiTR'nin "Düşsel Fantastik Anlatımıyla Sınırları Zorlayanlar" listesinde! ▪︎ @WattpadFantasyTR'nin "Mitoloji ve Efsaneler Diyarı" ve "Soluksuz Diyarlardan Kopup Gelenler" listesinde! ◇◇◇ İnsanlığın tar...