Gümüş Saray’ın sınırlarına girdiğimiz andan itibaren, benim bile farkına varabildiğim türde değişimler oldu. Fenerlerin yaydığı ışık daha canlı bir hâle geldi, havada tanımını henüz yapamadığım bir titreşim oluştu ve hemen sonrasında da, sarayla yarışır derecede bir parlaklıkta olan Ay, gökyüzündeki yerini aldı. Daha önce Ay’ı hiç bu şekilde görmemiştim, o kadar büyüktü ki, sanki sarayın en tepesindeki noktaya tırmansam, oradan rahatlıkla kraterlerine dokunabilecektim.
“Bir Ay’ınız mı var?” derken hayret ettiğimi saklamaya lüzum görmedim. “Burası başka bir gezegen. Evrenin belki de en uzak ucunda bulunuyor. Buna rağmen Ay burada da mı doğuyor?”
“Ay da, Güneş de gökyüzümüzde yerlerini alıyorlar. Ama tabii, sizin Güneş Sistemi’nizle pek benzerlik gösterdiği söylenemez.
Mesela Gölge Adası’nda iki tane Güneş vardır ve her ikisi de kan kırmızı rengindedir. Gündüz vakti doğa muhteşem bir kızıllığa bürünür.
Ay ise başlı başına bir mucizedir bu topraklarda.
Gölge – Ruhlar karanlığı aydınlıktan çok daha fazla severler. Gecenin o dingin atmosferi bize huzur verir. O sebeple Güneş’e kıyasla daha uzun süre gökyüzünde kalır. Yani burada gecelerin gündüzlere karşı ezici bir üstünlüğü vardır.”
Tüm bunları bana anlatan Gölge – Ruh Kralı’nın sesi yumuşacıktı, özlemle doluydu. Yüzüne dikkatle bakınca mimiklerinin de ses tonuyla paralel çalıştığını gördüm. Gözlerindeki hasret öylesine cisimleşmişti ki, âdeta bedeninden taşıp etrafa bir çağlayan gibi yayılıyordu.
“Burayı özledin mi?”
İlk defa tarafsız kalarak bu soruyu sordum. Çünkü gerçekten merak ediyordum, yansıttığı duyguyu kalbinde de barındırıyor olup olmadığını öğrenmek istiyordum.
“Her şeyden çok hem de. Burası benim krallığım, benim yurdum, benim gezegenim…
Buradaki ruhların hepsi bana bağlılık yemini etmiş varlıklar…
Herkesin tek umudu benim, bunu anlayabiliyor musun Alworiel? Bir treni gözlerinin önüne getir. Lokomotif olmazsa, vagonlar raydan çıkar ve önünde sonunda mekanizma durur.
Benim buradan gidişim de aynen böyle odlu.
Onların başıydım, halkımın lideriydim.
Fakat diğerleri gibi, Dünya topraklarını görme isteği duydum,” keyifsiz bir gülüş sergiledi. “Pek belli olmasa da, o zamanlar daha gençtim elbette. Gençlerin ne kadar deli dolu olduğunu sen de bilirsin. Yerlerinde duramazlar, sürekli bir şeyler yapmak zorunda gibi hissederler kendilerini. Hele bir de önem teşkil eden bir işin parçalarıysalar, bir yerde bütün kainatı kendilerinin kurtaracağına inanırlar,” o konuşurken gözlerimin önünde ansızın Chas’in silueti belirmişti. Dediği gibi, Chas çok gençti ve Dewrion olmanın verdiği sorumlulukla devamlı insanları kurtarması gerektiğine inanıyordu. Hiçbir şey yapmadan beklemeye asla tahammül edemezdi.
Onun hayali zihnimde canlanırken, gözyaşlarımı tutamadım. Kim bilir şu an neredeydi? Ne yapıyordu? Acaba Byddin Cysgodol askerleriyle verdikleri mücadeleden dolayı bir zarar görmüş müydü?
Aklımdaki meraklı sesin sorduğu bu sorunun hemen akabinde hıçkırdım. Ne ona, ne Nia’ya, ne Daniel’a, ne de diğer bütün Dewrionlara bir şey olmamış olmasını diliyordum.
Ve elbette babama…
Yaralı ve düşkün bir hâlde olmasına karşın savaşmayı seçmişti o da. Tıpkı eskiden olduğu gibi…
ŞİMDİ OKUDUĞUN
VÂRİS : GÖLGE - RUH SERİSİ - Birinci Kitap
Fantasia▪︎@WattpadScifiTR'nin "Düşsel Fantastik Anlatımıyla Sınırları Zorlayanlar" listesinde! ▪︎ @WattpadFantasyTR'nin "Mitoloji ve Efsaneler Diyarı" ve "Soluksuz Diyarlardan Kopup Gelenler" listesinde! ◇◇◇ İnsanlığın tar...