3. BÖLÜM

13.4K 1K 212
                                    

"Şu melankolik Londra... Bazen kayıp ruhların onun sokaklarında devamlı olarak dolaşmaya zorlandıklarını hayal ederim. Bazıları onları havadaki bir nefes gibi hisseder," demiş bir zamanlar William Butler Yeats. Ve bana sorarsanız, çok da doğru söylemiş. Kara bulutların tepemizde saplantılı bir âşık gibi, gittiğimiz her yere bizimle birlikte sürüklenmeleri ve bardaktan boşanırcasına üzerimize boşalttıkları yağmur, bu şehrin hakikaten de hareketli ve tempolu yaşamının yanında hüzün dolu bir yer olduğunu göstermişti bana. Tıpkı benim iç dünyam gibi...

Gri; tarihi binaları, sarayları, atlı polisleri, marjinal kıyafetleri, rengârenk sokakları ve artık bu şehirle özdeşleşmiş kırmızı telefon kulübeleri ve aynı renkteki çift katlı otobüsleriyle büyüleyici bir görüntü sunmuştu Londra bana. Aynı zamanda da oldukça asil bir havası vardı. Tarihinin ve edebiyatının meraklısı ben, burasıyla ilgili olabildiğince bilgiye ulaşmaya çabalamıştım zamanında. Öğrendiklerim de buraya hayranlık duymam için fazlasıyla yeterli olmuştu.

"İnanırım,
İnanmalıyım.
Yeniden başlayabileceğimi düşünüyorum,
Yeniden eskiden olduğum adam olabilirim...

Bu yüzden, tekrar sokaklarında yürüyorum,
Farklı bir adama dönüştüğümden beri,
Eskiden olduğum gibi hissediyorum.

Londra, geri dön.
Londra, beni geri döndür.
Ah Londra, kaybolmuş ve bulunmuş,
Ve geri dönmüş gibi hissediyorum..."

Babam beni şaşırtarak metal bir şarkı yerine kulağa çok daha naif gelen bir parçayı mırıldanmaya başlayınca, kocaman açtığım gözlerimle ona baktım.

"Ciddi misin?" dedim şaşkınca. "Uzun bir zaman aralığından sonra ilk defa tarzın dışına çıkıyorsun. Bence Londra havası seni fena çarptı. Birden bire milliyetçi duyguların mı kabardı?"

"Babasıyla nasıl konuşuyor, şuna bir bakın!" dedi ama gülüyordu o da. "Senin gibi zamane gençleri anlamaz tabii, o yüzden sana cevap bile vermeyeceğim."

Yoğun trafikte nasıl bu kadar kıvrak hareket ettiğimizi anlayamasam da, babam en sonunda Westminster Köprüsü'nde birkaç dakikalığına arabayı durdurdu.

"Yalnız başına kalmakla ilgili bir sorun yaşamayacağına emin misin?" dediğinde, buna izin verdiği için pişman olup olmama arasındaki o tanımsız duyguya teslim olmuştu. Vazgeçtim desem anında beni bir otobüsle ya da trenle geri eve gönderecekti âdeta.

"Eminim. Çocuk değilim, on yedi yaşındayım ve yeni yerler görmeye aç bir hâldeyim. Ayrıca yanımda cep telefonum da var. Ters giden bir şey olursa sana haber edebilirim, biliyorsun. O kadarını yapacak kadar zekâya sahibim."

"Zekândan şüphem yok canım, sadece biraz huzursuz hissediyorum bu konuda. Dediğin gibi, telefonun var ve sakın onu yanından ayırma ya da oranın buranın fotoğrafını çekeceğim diye şarjını falan bitirme. Her aradığımda açacaksın, anlaştık mı?"

Bezgince gözlerimi devirdim.

"Anlaştık."

Başını sallayıp elini cebine attı. Kırışık da olsa, benim için hayli fazla olan banknotları elime tutuşturdu.

"Yanında bulunsun. Yapmak istediklerin falan varsa, harcama konusunda çekinme sakın. Seni özellikle burada bırakıyorum ki, merak ettiğin her yer bu alana yayılmış ve hepsi de yürüme mesafesinde. Birkaç saate kadar ben de yanına gelirim."

"Tamam, görüşürüz," deyip ona bir öpücük verdim ve arabadan indim.

Etrafımda bir kez döndüğümde, nefesim kesilmişti. Zira uzun zamandır görmeyi en çok istediğim iki şey, Big Ben ve London Eye, şu anda benden yalnızca metrelerle ifade edilebilecek bir uzaklıktaydılar.

VÂRİS : GÖLGE - RUH SERİSİ - Birinci KitapHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin