76🤖

5.3K 567 32
                                    



Derler ki; kelebeğin ömrü eğer uzun olsaydı, bilemezdi hayatın anlamını.
Çıkaramazdı güzel günlerin tadını.
Savrulup giderdi öylece... Bir gün bahşedildi ancak en iyi şekilde değerlendirdi kelebek. Zira yaratıcı biliyordu onun ne kadar kıymetli olduğunu ve zarar görüp narin kanatları zarar görmesin diye erkenden yanına almayı seçti. Kelebek çoğu zaman az olan ömrüne üzülse de ulaştığında cennete bir kez daha şükretmişti haline.

Benim de kanatlarımı kırmışlardı ancak üzgün de değildim. Ulaşacağım cennetin güzelliğini düşünerek içimi ferah tutmaya çalışıyordum. Kimselere bir zarar vermeden yaşamak istiyordum.

Duruşma salonunda tek başıma oturduğumu sanarken yanımda Liva, onun yanında da Pınar Hanım oturuyormuş meğerse.
Herkes kendi şokunu yaşıyordu büyük ihtimalle.
Liva gözleri dolu bir şekilde boş hâkim koltuğuna bakarken, Pınar Hanım muhtemelen Haruki konusunda düşünüyordu.
Ve ben...
Ben aslında bir şey düşünmüyorum. Derin bir nefes alarak yeniden önüme döndüm.
Gözlerim bakıyordu etrafa ama görmüyordu hiçbir şey. Nefes alıyordum ama yetmiyordu sanki. Ya da boşa mı gidiyordu? Sahi bir kelebek miydim ben de? Savrulup gidiyor muydum bilinçsizce?
Asla eskisi gibi olmayacaktı hiçbir şey.
Değişecekti.
Belki artarak, belki eksilerek.
Belki acıtarak, belki gülümseterek.
Belki okşayarak, belki de çarparak.
Ama değişecektik.
Hepimiz.

Haruki bize gelmişti ama her birimize dokunarak bizi değiştirmişti de. Varlığı o kadar değerliydi ki yokluğuna bile saygı duyuyorduk. Yaşadığımız bu son olaydan sonra ne kadar mükemmel bir varlıkla tanıştığımızı daha iyi anlıyordum. Meğer bir mücevher ile vakit geçirmişim onca zaman.

Duruşma salonunda öylece kalakaldığımız o gün, değişimin ilk ayak sesiydi aslında.
Demek ki, tek bir kişi insanın hayatını tamamen değiştirebiliyormuş. Samimi bir niyet. İçten bir sevgi. Tüm bunlar, değişimi getiriyormuş demek ki.
Kendi başımıza oturmaya devam ediyorduk ki salonun kapısı açıldı ve polislerden biri yanımıza kadar geldi.

"Hazan Katipoğlu?"

Üçümüz birden ona bakınca hangimiz olduğunu çıkarmaya çalışır gibi gözlerini kıstı.
Liva ve Pınar Hanım beni işaret ettiklerinde sandalyemden destek alarak ayağa kalktım.
Belki de topuklu ayakkabı giydiğim içindi bu dizlerindeki güçsüzlük.
Polisin karşısında dengede durmak için çok zorlandım.

"Tutuklu Akın Şahzâde sizinle kısa bir konuşma yapmak istiyor. Eğer kabul ederseniz sizi götüreceğim."

Liva ve Pınar Hanımın bana baktıklarını hissedebiliyordum. Benim bakışlarım ise yavaşça polisten kayıp yere indi.
Pişmanlık denilen şey, şu dünyanın en geç gelen duygusuydu bence. Her şey bittikten sonra ortaya çıkan, tüm ışıklar sönünce parlaklık vermeye çalışan, ekin biçildikten sonra başak olan ve aslında hiçbir işe yaramayan.
Benden bir cevap bekleyen polise yeniden baktığımda başımı tasdik için salladım ve önden yürümeye başladım.
Liva ve Pınar hanıma hiç bakmadım. Çünkü eğer bakarsam beni durduracaklardı ya da sorgulayacaklardı. Sorun şu ki, onlara verecek bir cevabım yok. Neden o kişiyi dinlemeye gidiyorum hiçbir fikrim yok. Eski Hazan olsa gitmezdi büyük ihtimalle. Ama şimdi bu bile değişmeye başladığımın en büyük işaretiydi.

Belki de kötülerin ne alemde olduğunu görmek istediğimden.
Ya da güzel kalpli bir çocuğun eserini görmek için can attığımdan.
Bilemiyorum belki en özünde onunla ilgili bir iki çift kelam duyarım diye.

Adliyenin soğuk koridorunda yürürken hiç olmadığım kadar kendimden emindim. Söyleceği her şeye açık ve devamında yapacağı her harekete hazırdım.

Bu güveni ise bana çok uzakta olsa da beni kendime getiren gümüş yürekli bir çocuk robot vermişti.

YAPAY ZEKÂ Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin