Yeni kurguyla devam edeceğiz, Gölge bitiyor zaten. Bu kısım önemli, okumadan geçmeyelim. Kitap üç parttan oluşacak ve her bir part 20-25 bölüm arası sürecek. Kitabı üçe bölmek yerine burada ayırıyorum. Yani uzun bir kitap olacak, beğenilirse devam etmeyi düşünüyorum. Yorumlarınızı görmek isterim, fikirlerinizi alayım. İyi okumalar!
BİRİNCİ KISIM
PİYON VE KRAL
Jeffrey elindeki kılıcı benimkine paralel tutup gardını aldığında adım oyunlarına ayak uydurmaya başladım. İkimiz de gözlerimizi birbirimizden alamadan dönüyor, atılmayı bekleyen kaplanlar gibi dolanıyorduk.
O saldırmadan saldırmayacaktım, benim savaş şeklim buydu. Kaçamak oynardım, geç yorulurdum ve partnerim artık nefes almakta zorlandığında tırnaklarımı çıkarıp tepesine çökerdim. Elbette Jeff beni elinin tersiyle öteki tarafa uçurmayı başarırdı. Yeterince hızlı olamıyordum.
Gözüme düşen saça üflediğimde delici bakışları ufak bir tebessümle kısıldı. "Sana saçını kazımanı söylemiştim Mira."
"Rüyanda görürsün."
Saldırdı. Kılıcının altından geçtim. Öbür tarafa ona kılıcı sallayarak uzandım ve dönmeye kaldığımız yerden devam ettik. "İyi. Bu... iyi. Reflekslerin gelişiyor."
"Yeni gardiyanım da bana böyle iltifatlar edecek mi?"
Başını geri atıp güldü. "Herifi tanımıyorum ama duyduğuma göre dövüş becerileri küçümsenemeyecek kadar iyiymiş."
Kılıcın tepesinden ona yüzümü ekşiterek baktım. "Korunmaya ihtiyacım yok."
"Zaten seni bu yüzden eğittim."
Sözünü tamamlamadan saldırmasına şaşırmadım.
Aslında yeni gelecek olan kişi gardiyanım falan değildi. Jeff'in yerine de geçmiyordu, asla geçemezdi. Ama Jeff teyzeme biraz paslandığını söylemek gibi bir hatada bulunmuştu. Teyzem anneme söylemişti, annem babama... çocukların korunması için tüm servetlerini serecek kadar iyi ebeveynlerdi.
Yalan.
Abilerimi ve ablalarımı korumak için servetlerini dökecek kadar iyilerdi.
Ruh emicinin hikayeleri tekrar anlatılmaya başlandığından beri sürekli panikatak geçiriyor gibi görünüyorlardı. Aslında onları pek gördüğüm yoktu, şanslıysam üç günde bir onlarla karşılaşıyordum. Şanslı değilsem her gün beş dakikalığına da olsa görüyordum.
Pekâlâ, bencildim.
Haklarını yiyemezdim ve onlara ne kadar teşekkür etsem azdı çünkü beni daha parmağımı emerken bulmuşlar ve o çirkin, kokuşmuş yerden çekip çıkarmışlardı. Yirmi iki yaşındaydım ve hâlâ beni krallığın göbeğine getirmelerinin asıl sebebinin tapınaklardan birisine bırakmak olduklarına inanıyordum ama teyzem... eh, onda hâlâ insani birkaç kırıntı kalmıştı ve kucağında ağlamaya başladığımda beni bırakmamayı teklif etmişti.
Babam, annem, teyzem, birkaç halam -hepsi birbirine karışıyor- üç abim ve iki ablam vardı. Soyadlarını taşıyordum. Bu koca kalede yaşayıp en normal olan kişi de babamın soyadını almayan teyzemdi, sanırım ismimiz lanetliydi. Şanslıydım çünkü küçük yaşta açlıktan ölmemiştim. Değildim çünkü abilerim beni mümkün olan her fırsatta ya dövüyor ya da dalga geçerek rencide ediyorlardı.
Kendim olabildiğim tek yer Jeff'in yanıydı.
Benim asıl abim, babam veya amcam... artık her ne oluyorsa -ama en önemlisi arkadaşım- oydu. Gözümü açtığımı hatırladığım o yıllarda Jeff'i görmüştüm. Şu an kırk yaşındaydı. Gerçi asla kırk göstermiyordu, hatta zorlasam abilerimle eşit olduğuna bile inanabilirdim.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
ÖTEKİ
FantasySisin kenarındaki kalede büyüyen Mira, herkesin aksine karanlıkta onu yutmayı bekleyen canavarlardan korkmuyordu çünkü asıl canavarlar kalenin içinde yaşıyordu. Ruh emici insanları öldürüyordu, çocukların korunmaya ihtiyacı vardı. Fakat Mira'nın ası...