Leratria'dan dönüşümüzün beş gün ardından Greg ve Mikas malikaneye geri geldi. İçeri girişlerini balkondan takip ettim, karşılamaya tabii ki indim. Çamur içindelerdi, kim bilir hangi topraklara adım atmışlardı ve ikisi de perişandı. Ama yüzleri gülüyordu.
Kralları aşağı indiğinde gülümsemeleri başka bir hale bürünmüştü ve Mikas belli belirsiz başını eğmişti. Onlar bir odaya kapanmıştı, ben çalışma yaptığım çimenliğin üzerine yerleşmiştim ama görünmez düşmanlarıma karşı bile hançer sallamıyordum. Hareket etmeden yorulmuştum. Sırtımı duvara yaslamış, elimdeki altın hançere bakıyordum.
Adım sesleri git gide bana yaklaştı, hemen yanıma yaslanmadan önce elimdeki hançere baktı. Doğru düzgün bir kere kullanmıştım. Bir kere savaşları anımsatacak alanda bulunmuştum ve karşılığı Jeff'in az kalsın ölüyor olmasıydı.
Hayır, Rhuzhar'ın gücü yeryüzünde etkisizdi.
İlk kelimeyi benim etmemi bekledi, halbuki yanıma gelen oydu. Konuşuyorduk, aksini söyleyemezdim ama... oyun lafını duyduğumdan beri yine eskisine dönmüştü. Günaydın deyişi bile yalanmış gibi kulağıma doluyordu.
"Eğer draak'larla çarpışmayı öğretme amacıyla geldiysen şu an enerjim yok. Gerçek bir saldırıya maruz kalmadığım müddetçe hançer kaldırmak istemiyorum."
"Ul'na'yı aklından çektiğimden beri garip davranıyorsun. Ya da Leratria'dan döndüğümüzden beri. Ul'na sana göstermemesi gereken bir şey mi gösterdi? Aklına girip hayallerini zedeleyebilir ve... onun gerçek bedeni bir insan için kabustan fırlamış gibidir."
Dudaklarımı büzüp hançeri belime sıkıştırdım. "Hayır, böyle bir şey yapmadı. İyi ki de yapmamış." Ellerimi birbirine vurdum, demin dokunduğum çimenler elime yapışmıştı. Sonunda gözlerine bakabildim. "Generallerin döndüler."
"Evet." Huzursuzca kıpırdandı. Omzunu duvara yasladı. Bana kalede çapkınlığıyla nam salan bir gardiyanı anımsattı. "Bununla ilgili konuşacaktım."
Heyecanla doğruldum, belki de gözlerim parladı.
Dudaklarıma baktı, sonra birbirine kenetlediğim parmaklarıma. Ağzındakini bir türlü çıkaramadı. "Bir kapı daha açar mısın Camira?"
Kaşlarım kalktı. "Kapı mı?"
Başını eğdi. "Gregory ve Mikas bilgileri doğrulamak için yola çıkmıştı. Kapı... açılabilir. Buna inanıyorum. Tehlikeli olduğunu düşünmüyorum."
Bakmaya devam ettim, gözlerinin tam içine. Fakat bu kadarla yetinince sormak zorunda kaldım. "Yine generalinle mi alakalı? Sonuncunun ruhunu çekecek veya onu diriltmek için uğraşmamı mı isteyeceksin?"
Kaşları çatıldı. "Generallerimin hepsi burada." Hayır, biri eksikti. Fakat o kadar kesin konuşmuştu ki Vhul'dhar'ın kendisi dahil sekiz değil, yedi generali mi vardı diye düşünmüştüm. "Sadece bir kapı."
Boğazımdaki yangını bastırmaya çalışarak yutkundum, o bir cevap beklerken aynı şekilde izliyordum. Yapmasın diye ona yalvardım. İçimden Rhuzhar'a dualar ettim, ona dua eden tek insan ben olmalıydım.
Söyle.
Söyle ki beni yanılt.
"Yani o ikisi kapıyı kontrol etmeye gitti."
"Kapıya yaklaşmadılar, gözlem yaptılar ve döndüler. Ben olmadan ilerlemeleri tehlike arz edebilirdi."
"Anlıyorum." Hayır, anlamıyordum. Kapının arkasında ne olduğunu bana söylese ne olacaktı? Neden beş gün önce bana neden generallerin nerede olduğunu açıklamaya gerek duymamıştı? Onların burada olmadığını fark ettiğimi biliyordu, eksikliği sezdiğim gibi koridorlara bakınmıştım ama tek kelime etmeden yanımdan geçip gitmişti. Sorsam söyler miydi? Söyleyecek olsaydı şimdi de bahsedebilirdi. "Kapının sandıkla bir ilgisi var mı?"
ŞİMDİ OKUDUĞUN
ÖTEKİ
FantasySisin kenarındaki kalede büyüyen Mira, herkesin aksine karanlıkta onu yutmayı bekleyen canavarlardan korkmuyordu çünkü asıl canavarlar kalenin içinde yaşıyordu. Ruh emici insanları öldürüyordu, çocukların korunmaya ihtiyacı vardı. Fakat Mira'nın ası...