Bölümü ikiye böldüm çünkü çok uzundu. Yoruma, oya göre diğer yarısını da fırlatırım.
Aklımdakini söylemeden de geçmeyeyim, sanırım 4 kısımdan oluşacak. Şu an üçüncü kısmın sonuna yaklaşıyoruz.
İyi okumalar.
**
Odamın içi bir savaş alanıydı.
Fia halının ortasında duruyordu, sağa sola koşturan kızlara emirler yağdırıyordu. Arkamda, önümde, her yerimdeydiler. Tanrılar aşkına, onları takip edemiyordum.
Birazdan deminden beri dua ettiğim tanrıların inine hiç dua edilmeyen bir tanrıyla çıkacağımı bana unutturmuşlardı.
"Fia, sence de bu biraz..."
"Hayır, değil." dedi bir general gibi. Sanki ordusunun bir parçasıydım. Büzüşmüştüm, Fia ne derse onu yapmaktan başka çarem yoktu. İlk önce elbiseyi görmüştüm, sonra Cooper'ın peşinden ayrılmayan üç kız odama damlamıştı. Saçımı örmüşlerdi, elbiseyi giydirmişlerdi ve beni bunun içine tıkıştırmışlardı. Ayakkabılarımı bile kendim giyememiştim.
Abartı kelimesini her kullandığımda tanrının eşisin, tanrıların içine giriyorsun ve istesen de abartamazsın deyip durmuştu. Kendisinin çok tanrıça gördüğü yoktu ama duruma hakimdi.
Üzerimde göğüsten oturtmalı, omuzlarımın altından taşlar sarkan bir elbise vardı. Aslında her yerim taş içindeydi ama hiçbiri göz alıcı derece parlamıyordu. Omuzlarım, boynum açıktaydı. Tenimde tek bir diş izi bile kalmamıştı, Mikas'ın bıraktığı ve Fia'nın bileğime işlediği küçük delikler çoktan kaybolmuştu. Beyaz damga ortadaydı, istenilen de buydu.
Kum rengindeki taşlar kumaşın üzerine işlenmişti. Hepsi minicikti, uzaktan bakıldığında kumaş gibi görünüyorlardı. Evet, parlamayacaktım ama yine de... bilemiyordum. Bu taşların arasında kırmızı ışıltılara sahip olanlar da vardı ve duru bir elbiseyi ışık vurmuş gibi gösteriyorlardı. Zarifti. Şaşaadan uzaktı ama kesinlikle ilgi çekiciydi. Onun haricinde sadeydim. Artık örülebilecek kadar uzayan saçımı arkaya doğru bırakmışlardı, yüzüme birkaç tutam düşüyordu.
Ayağımdaki ayakkabılarla belki Zade'in omzuna erişebilirdim.
Yanıma hiçbir şey almama izin vermemişlerdi. Zade, Leratria ihtiyaca göre çalışır gibi birkaç kelime etmişti.
İki haftadır onu sıkıştırıyordum. Beni mazur görmeliydi, merakımı gidermeliydi. Her insan tanrıların şenliğine katılmıyordu sonuçta. Öğrenebildiğim her şeyi öğrenmiştim, gerisini görecektim. Saçma sapan bilgiler, insanların bilmemesi gereken birçok şey kafamın içinde olduğu için rahatsız hissediyordum.
Karanlık çökmüştü.
Zade sarayın kapılarının neredeyse iki saat önce açıldığını söylemişti ve erkenden gitmeye gönlü yoktu. Bir geçit açılacaktı. Bizi direkt olarak salona götürecek olan o geçitten yürüyecektim ve sonra... bir sürü tanrı.
Ah, tanrılar...
"Hazırsın Mira, çıkabiliriz." Fia kızları kışkışladıktan sonra omuzlarımı tuttu. Normalde bu kadar cana yakın bir karakteri olmadığından emindim. Aslında cana yakın falan da değildi, bağırıyordu lakin kendisinden ve kocasından başkasıyla ilgilenmiyordu. Bazen de generallere laf atıyordu çünkü aileydiler. "Sana söylediklerimi unutma."
"Hepsini çoktan unuttum Fia."
"Çene dik, kambur durmayı kes, bir insan olduğunu unut, Rhuzhar'ın eşisin ve orada kimsenin sana bulaşmaması için boy göstereceksin. Birisi sana seni yiyecekmiş gibi bakarsa aynı şekilde gözünü dik."
ŞİMDİ OKUDUĞUN
ÖTEKİ
FantasySisin kenarındaki kalede büyüyen Mira, herkesin aksine karanlıkta onu yutmayı bekleyen canavarlardan korkmuyordu çünkü asıl canavarlar kalenin içinde yaşıyordu. Ruh emici insanları öldürüyordu, çocukların korunmaya ihtiyacı vardı. Fakat Mira'nın ası...