Fahişe! Beni mezarlığa öleyim diye gömmüştü!
"Kaltak Tanrıça!" Hırlayarak duvarlara vuruyordum. "Seni acımasız rüzgar! Döngünün ağzına sıçan, güvenilmez fahişe!"
Taşlara vuruyor, tırnaklıyor, hançerle delmeye çalışıyordum ama hiçbir işe yaramıyordu. Bir saattir aynı noktaya yumruk atıyor, tekmeyle kırmaya çalışıyor, hançerleri batırıyordum. "Zhaal!" Çığlık attım. Sesim dönüp dolaşıp bana geri geliyordu. Ufacık bir yerdeydim, nefes kaynağım tükeniyormuş gibi hissediyordum. "Zade lütfen sesimi duy!"
Kaç kere ona seslenmiştim?
Bir saattir adı ağzımdan düşmüyordu. Her yumruğumda çığlık atıyordum, sanki tepemdeymiş ve beni duyabilecekmiş gibi kükrüyordum.
"Kalbimi, ruhumu ve aklımı veriyorum Zhaal! Bul beni, yalvarırım! Her şeyim senin olsun, çıkar beni buradan!" Aynı kelimeler çıkıp duruyordu.
Nathan beni kaçırdığında ettiğim yemini yüz kere daha tekrarlamıştım ama hiçbir şey olmuyordu. O sırada aklıma fısıldıyordu.
Şu ana kadar fark etmemiştim ama hep yanımdaymış gibi hissetmiştim.
Ama şimdi... kopmuştu.
Yoktu!
Ne zincirler ne de kalbimdeki sıkı tutuş... tamamen yapayalnız hissediyordum. Bağ bizi hâlâ bağlıyor olmalıydı ama iplik kadar incelmişti ve beni asıl dehşete düşüren buydu. Yaşıyor muydu bilmiyordum, hissedemiyordum, kafayı yiyordum. Kendim kapana kısıldığımdan değil... yanımda olmadığı için. Aynısını yaşıyor olmalıydı, malikanede olmadığımı biliyordu!
Yüreğimdeki boşluk onda da var mıydı?
Cusca! Nefes alamıyordum!
Yumruğum taşa çarptı, eklemlerimden kanlar aktı. Aynı yere darbe vurmaktan, taşları parçalamaya çalışmaktan etlerim sızlıyordu. Alnımı soğuk duvara yasladım ve gözlerim kuruyana kadar ağladım.
"Zhaal!" Sesim boğazımı parçalayarak dışarı çıktı. "Duy beni lanet olası... Zhaal, duy beni!" Kıvrandım, boğazımdaki güç de benim gibi kaybolmaya başladı.
Duvara tutunarak aşağı kaymaya başladım. Alnımı çekemedim, tırnaklarımla taşların üzerinde izler bıraktım. Sisin ne ötesinde ne de bir zamanlar yaşadığım yerindeymişim gibi hissediyordum. Çukur'la tanışmamıştım ama o kadar boğucuydu, o kadar yalnızdı.
Eşim değil miydi? Bir saattir ondan kopuk olduğumu biliyordu ama nasıl bana ulaşamıyordu?
Ben ne tür bir mührün içindeydim? Generallerinin tabutları arkamdaydı, ulaşılamayacak kadar dipte olmalıydım. Tabutları gördüğüm, isimleri okuduğum an bağırmaya başlamıştım. Onları arkama alıp tam terslerindeki duvarı parçalamak için tüm gücümü kullanıyordum.
İzcileri durduran o çığlığı belki de onlarca kez atmıştım lakin bir insandan bile aciz hissediyordum. Hançerim sıradan bir hançere benziyordu, insanlardan ayrıldığımı andıran o reflekslerim, Shade'in meydana çıkarmak için debelenip durduğu o güç... kaybolmuştu, yoktu.
Duvarın önünde dizlerimin üzerindeydim. Alnımı vurdum, canımı yakmak istedim. Hayır, bu bir kabus olmalıydı. Eve istediği gibi adım atan bir tanrıça beni kendi mezarıma kapatmış olamazdı.
Zade o bariyerleri aşabilecek isimleri kendisinin belirlediğini söylememiş miydi?
Güvendiği tanrıça beni buraya kapamıştı!
Öleyim diye. Anahtar kaybolsun diye!
Tanrılar... Zade beni buraya kimin kapadığını biliyor muydu ki?
ŞİMDİ OKUDUĞUN
ÖTEKİ
FantasySisin kenarındaki kalede büyüyen Mira, herkesin aksine karanlıkta onu yutmayı bekleyen canavarlardan korkmuyordu çünkü asıl canavarlar kalenin içinde yaşıyordu. Ruh emici insanları öldürüyordu, çocukların korunmaya ihtiyacı vardı. Fakat Mira'nın ası...