Bir Gece, İki Gün

148 11 1
                                    

          Aklımda beliren, gerçekleşmesi ihtimali bile beni deliye döndürebilecek düşüncelerlerle birlikte uçsuz bucaksız göle doğru baktım. Kar ve buz, uzakta zar zor görebildiğim dağlara kadar uzanıyordu.Karla kaplanmış ağaçlar, gökyüzü o kadar güzeldi ki. Bu güzel manzara da tek birşey eksikti.Onu bir kuğu gibi süzülürken görmeye alıştığım Irina, gitmişti. Nereye gidebilirdi, az önce karşımdaydı.
         Telaşla buzun üzerinde onu aradım. İleride, onu son gördüğüm yerde kırılmış bir buz tabakası vardı.Irina, dondurucu ve acımasız göle düşmüştü.Narin ve küçük bedeni bu duruma çok fazla dayanamazdı.Hiç düşünmeden, var gücümle ona doğru koştum. Önümdeki, erimeye dönmüş buz parçaları beni taşıyamayacak haldeydi. Bu yüzden her adımımda daha da derine batıyordum. Güzelliğine bakmaya doyamadığımız göl, şimdi ikimizinde kâbusu haline gelmişti.
         Sabah ki telaştan üzerime kalın bir şeyler almayı unutmuştum. Bu yüzden dondurucu suyu iliklerime kadar hissetmem uzun sürmedi.Vücudumda ıslanmayan tek bir yer kalmamıştı ama bu durumda kendimi düşünemezdim. Irina'yı bulup sudan çıkarmak zorundaydım.
       Zorda olsa onun yanına kadar yüzmeyi başardım. Son anda bulabildiği bir buz parçasına tutunmuştu ve yalnızca kafası suyun üzerindeydi. Belden aşağısını hissetmiyor olmalıydı.
     -- Irina, Irina beni duyabiliyor musun? Yanındayım korkma, kurtarıcam seni. diye bağırdım beni duyabilmesini umut ederek.
       Gözleri kapalıydı, bilincini kaybetmek üzereydi ama konuşmaya çalışıyordu.
      -- Abi, üşüyorum. dedi titrek ve cılız bir sesle.
       Sudan nasıl çıktık,eve nasıl vardık hatırlamıyorum. Hatırladığım tek şey donmak üzere olan bacaklarım ve kucağımdaki uzun sarı saçlarının her teli buz tutmuş, Irina'nın cansız bedeniydi.Ertesi gün gözlerimi köyün reviri olarak kullanılan binada açtım. Bacaklarımı hissetmiyordum, görebildiğim tek şey sarılı olduklarıydı. Riyad ve Valeria karşımda ki eski koltukta uyuya kalmışlardı.Üzgün yüzlerini ve ağlamaktan şişmiş gözlerini görmeme gerek yoktu, hissedebiliyordum.
       Kulağımda da bir çınlama vardı. Derinlerden gelen korkmuş, cılız bir ses. "Abi üşüyorum, abi üşüyorum"
                                   #
      -- Karl, iyi misin? Dostum, kendine gel, diye bir ses duydum. Bu Aleksy'in sesiydi ve kulağımın dibinde bağırıyordu.
       -- Lanet olsun, seni duyabiliyorum bağırmayı kes, dedim ona doğru yönelirken.
      -- Daldın gittin bir anda.Şu etler yüzünden zehirlendiğini sandık, dedi.Kuşkulu gözlerle bana bakıyordu.
        O sırada arkamda bir hareketlenme oldu. Sergei, Niko'dan destek alarak ayağa kalkıyordu.
      -- Şu, dün yediğimizi hatırlamadığımız etler mi? diye sordu ama biz bu konuyu tartışırken o burada yoktu.
      -- Evet de, sen nereden biliyorsun? diye sordu Niko.
      -- Sizden ayrıldıktan bir süre sonra karnımda dayanılmaz bir ağrı hissettim. Ağrı o kadar şiddetliydi ki attan düşerek inmem gerekti. Sonra da son bir çabayla midemde ne varsa çıkarmaya başladım. Kendime geldiğimde burnumun dibinde tam öğütülememiş et parçaları ve iğrenç bir koku vardı,dedi.
       Bu durumdan iğrendiği her halinden belliydi.
       -- Bu konuda yalnız değilsin. Aynı durumu bizlerde yaşadık. Hemen ayağının dibinde ki kalıntı benim sanat eserim,dedi Niko. Yüzünde de garip bir gülümseme vardı.
       Sergei, durumu farkedince ayağıyla taşıdığı karlarla et parçalarının üzerini kapattı ve Aleksy'e doğru yöneldi.
      -- Peki, bu durum hakkında bir açıklaman var mı sevgili Picasso? Bana hiç normal bir durummuş gibi gelmiyorda, dedi ve oldukça ciddiydi.
      Aleksy'in yüzündeki gülümseme bir anda kayboldu.Anlaşılan durum sandığımızdan da ciddiydi.Sergei,tekrar konuşmaya başladı.
      -- Bakın, o evde yaşadığımız hiç bir olayın mantıklı bir açıklaması yoktu.Hatta evin orada olması bile mantık dışı. Eğer olsaydı kesinlikle daha önce görmem gerekirdi,dedi.
     -- Seni anlıyorum Sergei ama o evde bir gece geçirdik dostum.Bunu hiç birimiz yalanlayamayız,dedim ama onu ikna etmek çok zordu.
       Tam yeniden konuşmaya başlayacağı sırada Niko araya girdi.
      -- Yeter artık. Bu boş muhabbetlerden sıkıldım. Ne yaşandıysa yaşandı, ne gördüysek gördük. Hepsi geride kaldı. Üzerimizde bir sorumluluk var beyler. Şu lanet zarfı artık yerine ulaştırmamız gerek,dedi.
       Niko'nun özellikle de son söyledikleri Sergei'in anlamsızca gülümsemesine neden oldu.
     -- Zarfı Rostov'a götürmek istiyordunuz öyle değil mi? O halde başardınız sevgili dostlarım. Rostov karşımızda ki dağın arkasında sizi bekliyor,dedi.
       Şaka yapıyor olmalıydı ama hiç sırası değildi.
     -- Dağın arkasında mı? Ama senin söylediğine göre, en az iki günümüz olması gerekmez miydi? diye sordu Aleksy.Üçümüzde öylece kalakalmıştık.
     -- Evet, öyleydi ama burnumun dibinde ki kokuşmuş etlerden kurtulmak için aceleyle ayağa kalktığımda, Rostov tam da hatırladığım gibi karşımda duruyordu.Ardından da bu iyi haberi size verebilmek için atımı dört nala buraya doğru sürdüm, dedi Sergei.
        Evde geçirdiğimiz bir gecede yolumuz iki gün kısalmıştı. Ya kader artık bizimle uğraşmaktan vazgeçmişti ya da bu yeni bir tuzaktı.

Kara KutuHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin