Onun gibi kusursuz bir atın tek bir eksikliği vardı. Bildiğim kadarıyla bir ismi yoktu ve şu an için bu görevi üstlenebilecek tek kişi bendim. Hem o artık benim sayılırdı ya da en azından ben kendimi ona ait hissediyordum. Bir kaç saniye düşündükten sonra ismini "Huxley" koymaya karar verdim. Aldous HUXLEY, yurtta ki ilk günlerimde tanıdığım bir eğitmendi. Onu tanıdığım günden iki ve ya üç ay sonra, batı cephelerinden birinde öldüğünü duymuştum. Kaybettiğime üzüldüğüm çok az insandan biriydi ve arkasında asla unutmadığım bir sözünü bırakmıştı. "Ölene kadar sorumlusunuz, gönül bağı kurduğunuz her şeyden". Bu söz beni o kadar etkilemişti ki, o günden sonra kimse ile gönül bağı kurmamaya çalıştım.
Niko ve Aleksy' den sonra nereden geldiğini bile bilmediğim ama sanki doğduğum andan itibaren yanımdaymış gibi hissettiğim bu at kalbimde söndürdüğüm alevi yeniden canlandırdı ve o alevi kalbime sokan insanın ismini hak ediyordu. Doğrudan atın gözlerine bakarak usulca, "Huxley, Huxley" diye seslendim. Bu ismi sevmişti ve onayladığını kömür kadar kara gözlerinde görebiliyordum. Yeteri kadar sakinleştikten ve birbirimize iyice teslim olduktan sonra içimden,"peki Huxley artık gitmemiz gerek" diye geçirdim ama bir şeyler eksikti.
Silahlar, silahlar neredeydi? Hatırlamaya çalıştım ve büyük, eski bir sandık üzerinde oturan küçük bir adam gözlerimin önüne geldi. İsmini ve görünüşünü tam olarak hatırlayamıyordum ama silahları verdiğimiz ve onları koyduğu sandık karşımdaydı. Hiç zaman kaybetmeden doğruca sandığa koştum ve kilidini kaldırıp açmaya çalıştım. Tam da tahmin ettiğim gibi kilitliydi. O küçük adam ya korkup bir yerlere saklanmıştı ya da birazdan burada olurdu. Yani, her zaman ki gibi acele etmeliydim. O an gözlerim, köşede ki eski ve paslı bir demir parçasına takıldı. Demiri elime alıp sertçe kilide vurdum ve şaşkınlıkla henüz ilk vuruşumda kırılmasını izledim.
İçimden "bu kadar kolay olmamalı" diye geçirirken, iki elimi de kullanarak ağır kapağı açmaya çalıştım. Sanki o cüce hala üzerinde oturuyor gibiydi. Kapağı kaldırmamla birlikte şaşkınlığım iki kat daha arttı. Sandık tamamen boştu. Ben, karakoldan buraya gelene kadar sandığı çoktan boşaltmış olmalıydılar. Yaşadığım hayal kırıklığıyla tam arkamı dönüp gidecekken bir şey fark ettim. Sandığın sol tarafında ki zeminde bir boşluk vardı.
Küçük bir delik gibi görünüyordu ama daha fazlasınında olduğuna emindim. Sandığın kapıya bakan tarafına geçip, ayağımı merdivene dayadım ve tüm gücümle sandığı kaydırmaya çalıştım. Zaten ağır olan kapağa şimdi, sandığın tamamı da eklenmişti ama vazgeçemezdim. Sandığı santim santim kaydırırken, o küçük delik daha da büyüdü ve kolumun sığabileceği kadar genişledi. O cüce ve ya başkaları, toprağın altına neredeyse sandığın yarısı kadar bir çukur kazmışlardı. Tam o sırada barın içerisinden ayak sesleri gelmeye başladı. Birileri aceleyle arka kapıya yani, benim bulunduğum yere doğru harekete geçmişti. Zaten titreyen ellerim daha da kontrol edilemez hale geldi.
Neyse ki çukurda bir şeyler vardı ve hissiyatlarımdan da anladığım kadarıyla elimin değdiği soğuk demir parçaları tabancalara aitti. Hemen sağ elime en iyi kavradığım tabancayı aldım ama tam çukurdan çıkaracakken arkamda ki kapı açıldı. Kapı ile aramda küçük bir merdiven vardı ama dışarı doğru açılması nedeniyle, adamların beni fark etmemeleri imkansızdı. Arkam dönük olmasına rağmen, üzerime doğrultulan tüfeklerin rahatsız edici seslerinden, kapıdan çıkanların sıradan insanlar değil, asker olduklarını anlamıştım. Eminim az sonra teslim ol diye bağıracaklardı ve ya kafama sıkıp yollarına devam edeceklerdi. Onlara bu fırsatı verip işimi şansa bırakamazdım.
Tam o sırada binanın bize yakın olan tarafında bir patlama oldu. Karakolda ki patlamalardan daha az şiddetliydi ama en azından dikkatlerini dağıtmış olmalıydı. İçimden, "bu kadar kolay değil" diye geçirdim ve aniden arkamı döndüm. İçerisinde yeteri kadar mermi olmasını umarak, sıkıca kavradığım tabancanın tetiğine tekrar tekrar bastım. Çatışma tahminimden de kısa sürdü. Vücuduma girişini hissettiğim iki mermi oldu ve aldığım isabetlerin de etkisiyle sandığın diğer tarafına düştüm. Ayrıca tabancam üç el patladıktan sonra tutukluk yapmıştı. Çaresizce sonra ki merminin kafama isabet edeceğini düşünürken, etrafta derin bir sessizlik olduğunu fark ettim.
Gücümü yeniden toplayıp, sandıktan da destek alarak kafamı kaldırıp açık duran kapıya doğru baktım. Askerlerden biri alnından süzülen ince bir kanamayla kapıya yaslanmış bir şekilde yarde yatıyordu. Diğerine ise ateş alan üç kurşundan ikisi isabet etmişti ve cansız bir şekilde merdivenin basamaklarındaydı. Benim ise aldığım iki isabet vardı ve ikisi de sol kolumdaydı. Bir kurşun omzumu diğeri ise bileğimi parçalamıştı. Hala mantıklı düşünebiliyorken ve bayılmamışken buradan gitmeliydim. Neyse ki Huxley, son enerjimi de ona harcamamı beklemeden, yanıma kadar gelmişti bile.
Son bir gayretle hala sağlam olan sağ elimle, eyerden tutunarak Huxley'nin sırtına atladım ve aklımı kurcalayan iki soruyla, belki de bir daha uyanamayacak bir halde uykuya daldım. İlki, dört nala giden bir atın nallarından çıkan seslerin nasıl bu kadar tatlı olabildiği, diğeri ise öldürdüğüm iki adamın neden Rus üniforması giydiğiydi.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Kara Kutu
Mystery / ThrillerHasta olduğunu bilemeyecek kadar aciz bir adamın tanıştığı insanlarla birlikte her dakika değişen yaşamı ve bu hareketliliğin getirdiği geri dönüşü olmayan ölümcül kararlar. Tam da Stephanov ailesine yakışan bir hayat. (Satışta)