Tamamen kapatılmamış çatı arasından sızan bir buz parçası kadar soğuk güneş ışınları arasında artık kaldırmaya güç yetiremediğim göz kapaklarımı bir daha açılmasını istemezcesine kapattım. Uyandığımda nerede olacağım hakkında hiçbir fikrim yoktu ama nerede olmak istediğimi çok iyi hatırlıyordum.Her ne kadar gençliğimin çoğunu heba ettiğim, soğuktan ertesi güne uyanabileceğimden dahi emin olamadığım yer de olsa yetimhaneyi çok özlüyordum."Keşke bunların hiç biri olmasaydı, keşke Gorbaçov o yetimhaneye hiç gelmeseydi." diye geçirdim içimden ve son kalan çabamdan da vazgeçerek bedenimi soğuk toprağa teslim ettim.
Yorgun bedenimi daha fazla harap etmemeliydim. Bedenim ve ruhumda ki kalan son enerjimi arkadaşlarımı bulup, onları içerisine sürüklediğim bu durumdan kurtarmak için harcamalıydım. Uyandığım da yeni bir umut içerisinde olacaktım. Gorbaçov bir baskın vermişti ve gördüklerime, yaşadıklarıma bakılırsa başarılı da olmuştu. Rostov'da olanları, baskının nasıl sonuçlandığını en az Kaptan Andrey kadar merak ediyordum. Odada bulunanlara Gorbaçov'un başarılı olduğunu söylediğimde sevinmeyen sadece Andrey'di. Donuk gözlerinde, kaskatı kesilmiş kirli sakallı yüzünde en ufak bir hareket dahi olmamıştı. Birşey hoşuna gitmemişti, üzerinde bir tedirginlik vardı ama "Bu onun sorunu, beni ilgilendirmez" dedim kendi kendime. Benim yeterince ilgilenmem gereken sorun vardı ve henüz hiç birini doğru düzgün bir sonuca bağlayamamıştım.
Bu düşünceler bedenimi o kadar yoğun bir şekilde ele geçirmişti ki baygınken bile kendi kendime sayıklıyor olmalıydım. Az sonra muhtemelen tekrardan harabe denebilecek o kulübe de, en azından biraz da olsun soğuktan uzak ve ağrılarım dinmiş bir şekilde uyanacaktım. Ancak bir şeyler yeniden ters gitmeye başladı ve korkunç bir rüya içerisindeymişçesine garip bir hisse kapıldım. Gözlerimi araladığımda ne bir çatı ne de süzülen güneş ışınları vardı. Masmavi gökyüzü ve az sonra bulutların arasından çıkacak güneş tüm ihtişamıyla karşımdaydı. Hemen yanımda usulca akan bir dere vardı ve suları parmak uçlarıma kadar geliyordu. Pantolonum, üzerimde ki ince gömlek sırılsıklamdı ama ben bir gömlek giymeyeli uzun zaman olmuştu. Neler oluyordu ve bacaklarımı neden hareket ettiremiyordum. Hatırladığım kadarıyla yalnızca sol kolum hislerime karşılık vermiyordu.
Tam o sırada birşeyi daha farkettim. Sol yanıma yatıktım ve kolum aynı eskisi gibi bana tüm gücüyle destek vermeye çalışıyordu. "Tanrım" dedim kendi kendime "kolum kolum hala yerinde ve sapasağlam". Neler oluyordu, yine hangi bilinmezlik içerisindeydim.Yavaşça yerimden doğrulmaya, nerede olduğumu anlamaya çalıştım ve hemen arkamda ki tepenin üstüne kadar uzanan simetrik olmayan izleri farkettim. Buraya kadar yuvarlanmış olmalıydım.
Ruhum bir çocuğun bedenine sıkışmış gibiydi ama son olarak üzerime sinen o huzursuzluk, kulağıma fısıldayan o bilinmez güç ilk kez benden bu kadar uzaktı. Onu duyamıyordum ve bana ulaşma gibi bir çabasıda yok gibiydi. Kendimi ilk kez bu kadar yalnız ve çaresiz hissettim. Ne yerimden kalkabiliyor ne de avazım çıktığı kadar bağırabiliyordum. Konuşma yetimi kaybetmiş gibiydim sanki az önce bir yaratık görmüşüm ve korkunçluğu karşısında dilim tutulmuş gibiydi. Tam göz kapaklarımı yeniden kapatıp başka bir yerde başka bir zamanda uyanmak umudu içerisindeyken karda usulca yürüyen bir çift ayak sesi ve hemen yanında onu takip ettiğini düşündüğüm toynak sesleri duydum. O kadar yavaş yürüyordu ki bir kaç dakika yanıma kadar gelmesini bekledim. Kafamı kaldırıp kim olduğunu görmek istedim ama çabam tamamen boşunaydı. Görebildiğim tek şey kapkara bir örtüyle tüm bedenini örtmüş kısa boylu yada ağilmiş halde duran bir gölgeydi ve yanında da kırmızı bir çift göze sahip burnundan sıcak duman soluyan yavru bir tay vardı. Bu tay Huxley'e o kadar çok benziyordu ki bakışları anında beni içine çekmişti.
Nasıl oldu bilmiyorum ama o kısa boylu çelimsiz gibi görünen gölge beni olduğum gibi tek hamleyle tayın üzerine yüzüm aşağı gelecek vaziyette bindirdi ve yuları eline alıp geldiği yöne doğru yavaş ve ağır adımlarla yürümeye başladı. Attığı her adım da sanki karlar üzerinde kayıyor gibiydik, sanki koşuyor gibiydi ama bu imkansızdı. Hala ağır ağır atıyordu adımlarını ve tayında hiç acelesi yok gibiydi. "Yine ne tür bir işin içerisindeyim" diye geçirdim içimden. Çok geçmeden merakım giderilmiş olacaktı. Yarım saat dahi geçmeden kendimizi yarı taş yarı ahşaptan bir bina önünde bulduk. Yol boyunca uyumayı aklımın ucundan dahi geçirmedim ve öylece tayın karlar üzerinde bıraktığı izlere yoğunlaştım. Sanki zemine hiç dokunmuyor gibiydi ve arkasında çok az iz bırakıyordu. Hele ki önde yürüyen o gölgenin hiçbir izi yoktu. Yaşadığım onca şeyden sonra bu kadarına da şaşırmamalıyım dedim içimden ve kendimi onlara teslim ettim.
Gölge beni taydan indirirken bir anda göz göze geldik. Doğrudan gözlerimin içine bakıyordu ve bu bakış bende sanki bu gözleri, bu bakışları yıllardır tanıyormuşum gibi bir izlenim bıraktı. Bu bakışlarda annemin, babamın, kardeşlerimin hatta geçmişte tanıdığım tüm insanların bakışlarını bir arada görür gibi oldum. Göz kenarlarında ki kırışıklıklar giydiği çarşafı andıran bolca elbise onun yaşlı bir kadın olduğunu gösteriyordu ama yaşlı bir kadın bu şartlarda hele ki böylesine bir coğrafya da nasıl hayatta kalabilirdi ki. O an aklıma arkadaşlarımla birlikte bir gece geçirdiğimiz ve tarifi imkansız duygular yaşadığım evin sahibi kadın geldi. O da çok yaşlıydı ve tek yaşıyordu ama o uyandığımız sabah yatağında ölmüştü. Bu kadın kimdi ve ben nasıl bir zaman çıkmazı içerisindeydim? Benim geçmişim de böyle bir anı hiç yaşanmamıştı ya da ben hatırlamıyordum. Hatırladığım tek şey aileme bir şeyler olduğu ve yetimhaneye verilmemdi.
Yaşlı kadın beni koyduğu gibi yine tek hamlede kucağına alıp eve doğru yöneldi. Ahşap kapı her hangi bir müdahaleye gerek kalmadan menteşeleri yıllardır yağlanmamış olsa gerek keskin bir gıcırdamayla ardına kadar açıldı. Göz kapaklarım artık eskisi kadar yorgun değildi ve gözlerimin her şeyi en ince ayrıntısına kadar görmesine yardımcı oluyorlardı. Gördüklerim karşısında bir nebze de olsa mutlu olmuştum ancak aklım bu olanları almıyordu. İçeri girer girmez bir sıcaklık tüm bedenimi sardı ve kendimi hiç olmadığım kadar dinç hissettim. Az önce dışarıdayken kılımı dahi kıpırdatacak halim yoktu fakat şimdi yaşlı kadının beni kucağından bırakması için sabırsızlanır bir haldeydim. Bu nasıl olabilirdi ki?
İçeri girer girmez bir şey farkettim. Önümüzde duvarlarında eskimiş çerçeveler içerisinde, yüzlerini seçemediğim insan portreleri asılı bir hol uzanıyordu ve bu holün sonunda daha önce ki ahşap evde gördüğüm gibi döner bir merdiven vardı. "Tekrar o evde miyim?"diye geçirdim içimden. Ben bu bilinmezlikler ile aklımı meşgul ederken yaşlı kadın doğrudan girişin hemen sağında ki odaya girdi. Oda yeterince aydınlatılmıştı ve çok net hatırladığım geniş deri koltuk, şömine ve üzerinde asılı bir çift geyik boynuzu tam da olmaları gereken yerlerindeydiler. Kadının beni yavaşça koltuğa yatırmasıyla birlikte ani bir hareketle ayağa kalkmak istedim ama göğsüme koyduğu eliyle öyle bir güç uyguladı ki yerimde öylece kalakaldım. Kulağıma eğilerek gayet sakin ve yumuşak bir ses tonuyla;
---- Uyu çocuğum, uyu. Yakında tüm acıların son bulacak,dedi ve görmeye alıştığım ağır adımlarla gevşek tahta zeminde ses çıkararak odadan çıktı.
Bu nedemekti şimdi. Kendimi gayet iyi hissediyordum ve ona ihtiyacım yoktu. Ama dediklerini yapmaktan başka bir çarem olmadığını anladığımda "En azından uyuyormuş gibi yapabilirim." dedim kendi kendime. Tam oda tamamen sessizliğe teslim olduğu anda bir kaç ses duyar gibi oldum. Başlarda yavru kedilerin annelerinden süt isterken çıkarttığı cılız miyavlamalar gibiydi fakat ses giderek daha da anlaşılır hale geldiğinde bunların her hangi bir hayvana ait olmadıklarını anladım. Bunlar yardım istercesine haykıran çocuk sesleriydi. Onlarca kız çocuğu sesi.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Kara Kutu
Mystery / ThrillerHasta olduğunu bilemeyecek kadar aciz bir adamın tanıştığı insanlarla birlikte her dakika değişen yaşamı ve bu hareketliliğin getirdiği geri dönüşü olmayan ölümcül kararlar. Tam da Stephanov ailesine yakışan bir hayat. (Satışta)