Şu ana kadar yaşadığım onca olayı düşünüyorum da, çektiğim bütün acıları dindirmenin tek yolu ölüm müydü? Pusuya düşürüldüğümüz zaman kurşun, yanımdaki adama değil de bana isabet etmiş olsaydı daha mı az acı çekerdim? Hayır! Ben, ani bir ölümü hak etmeyecek kadar günahkar bir insanım ve bu günahlarımın cezasını da yavaş yavaş, her gün bir parçamı feda ederek yaşadım ve hala da yaşamaya devam ediyorum. Belki de bu dünya başka bir gezegenin cehennemidir ve bende diğer gezegende işlediğim günahların cezasını bu dünya da çekiyorumdur. Aklım o kadar karışık ki, hayatımı noktalamamın önünde hiç bir engel göremiyorum.
Kendime geldiğimde, henüz gözlerimi dahi açmamışken, burnumu keskin ve tanıdık bir kokunun sardığını fark ettim. O kadar keskin bir kokuydu ki benim gibi ölmek üzere olan bir adamı bile kendine getirmişti. Tanıdıktı, çünkü daha önce bu kokunun bana yaşattığı garip duyguları çok net hatırlayabiliyordum. Yaşadığım his odun ateşinde yakılmış insan ve ya hayvan bedeninden çıkan duman kokusunu andırıyordu. Bu rahatsız edici kokunun kaynağını daha net görebilmek için yavaşça gözlerimi araladım. Huxley, beni gene aynı yere getirmişti ve her şey aynı bıraktığım gibiydi. Gök yüzünün koyu kızıl rengi, tüm yeri kaplayan ve olabildiğince uzanan, kömür kadar kara kayalıklar, gök yüzüne kadar uzanan alevlerin sardığı dev hortumlar... Aklım yeniden burada olmayı inkar ediyordu ama bedenim her şeyi kabul edercesine hareketsiz ve sakindi.
Tam o sırada bir şey fark ettim. Kolum, kolum son gördüğümde neredeyse parçalanmıştı ama kendime geldiğimden beri hiç acı hissetmiyordum. Her yeri tutulmuş bedenimi, güçlükle de olsa dik bir konuma getirdim ve hala yerinde olduğundan emin olamadığım koluma baktım. Kurşun delikleri ve parçalanan kemiklerim olduğu gibi karşımdaydı ama kan akmıyordu ve parmaklarımı rahatça hareket ettirebiliyordum. Ama bu, tamamen olanaksızdı. Çünkü, bileğim tamamen kopmuştu ve elimi hala bedenimde tutan tek şey, ince bir deri parçasıydı. Neler oluyordu? Bedenim parçalanmıştı ama hiç bir şey hissetmiyordum. Sağ elimle, parçalanan kolumun hala sağlam olan yerinden kavrayıp, Huxley'in yumuşak yelelerinin üzerine koydum ve bu tatsız durumun sona ermesini umarak, beni daha da karamsar hale getiren gökyüzüne baktım.
Huxley, bu sessiz haykırışımı duymuş olacak ki, adımlarını daha da sıklaştırdı ve giderek hızlanmaya başladı. Onu durdurmaya yetecek kadar gücüm yoktu. Zaten, gideceği yere o kadar odaklanmıştı ki, onu yolundan çevirmek neredeyse imkansızdı. Karanlık, giderek artan karanlığa doğru ilerliyorduk. Gök yüzünde ki kızıllık, etrafımızda ki her parlamasında gözümü alan alev topları yavaş yavaş kaybolmaya başladı ve sonunda üzerinde ilerlediğimiz kaya parçası dışında hepsi birer birer yok oldu. Yaşadığım onca olaydan sonra etrafımı saran karanlıktan korkmuyordum ama artık öyle bir boyut kazanmıştı ki, kaybolmak ve bir daha değer verdiğim insanları göremeyecek olmak, içimde yeni bir ürpertinin doğmasına neden oluyordu.
Bu sonsuzluğun ortasında, güvenebileceğim tek varlık beni ölümün kucağından alıp, hiçliğin ortasına getiren Huxley'di. Artık her şeyin bittiğini düşündüğüm ve umutlarımın tükendiği anda uzakta, karanlığın ortasında bir silüet gördüm. Bir insan gibiydi ama daha önce hiç bir insanda görmediğim uzuvlara sahipti. Huxley de onu görmüştü ve birden, sanki sahibini görmüş evcil bir hayvan gibi üzerine koşmaya başladı. Huxley o kadar istekliydi ki, çok geçmeden karanlığı delerek gördüğüm yaratığın yanına kadar geldik. Yaratık diyorum çünkü yaklaştıkça bir insanda olmayacak ne varsa karşımda ki bedende toplanmış gibiydi.
Tüm vücudu parlak olmayan sert pullarla kaplıydı. Gözleri karakoldan kurtulmam için kapıyı açan askerin gözleri kadar karaydı. Yüzünün bir kısmı tüylerle kaplıydı ama diğer kısmı sanki dibinde bomba patlamış gibi parçalanmıştı. Ben, gördüklerimin şaşkınlığını henüz üzerimden atamamışken, Huxley birden durdu ve üzerinden inmemi istercesine kafasını ve vücudunu hareket ettirmeye başladı. Ne yapacağımı, neyin doğru neyin yanlış olduğunu bilemiyordum ama artık teslim olmuştum ve istediğini yaptım. Parçalanan kolumu da tutarak üzerinden indim. Zemin tahmin ettiğim gibi sert ve kuruydu. Islak ve yıpranmış postallarımdan çıkan dumanı görebiliyordum.
Büyük bir teslimiyet ve nedenini anlayamadığım bir cesaretle karşımda duran yaratığa baktım. Ona doğru gitmemi bekliyordu. Arkamı dönüp karanlığa da koşabilirdim ama neye yarardı ki. Kararımı verip beni bekleyene doğru yürümeye başladım. Attığım her adım cesaretimi azaltıp, tedirginliğimi ve huzursuzluğumu daha da arttırıyordu. Yanına yaklaştıkça, arkasında ona biyat etmiş gibi duran onlarcasının daha olduğunu fark ettim. Bu gördüklerim bana, şehir meydanında kafaları kesilerek idam edilen suçluları ve bu idamı izlemeye gelen kalabalıkları hatırlattı. Öldürülen tüm o idam mahkumları şu an karşımda gibiydi ve bu sefer mahkum benmişim gibi doğrudan bana bakıyorlardı.
Bütün teslimiyetim ile cellat rolüne bürünmüş yaratığın yanına kadar gelip, artık dayanamayacak hale gelmiş dizlerimin üzerine çöktüm. Aramızda kanla boyanmış küçük bir kaya parçasından başka hiç bir şey yoktu. O an gözlerime kayaya yaslanmış halde duran bir şey takıldı. Bu bir baltaydı ve üzerinden akan kan tüm kayayı kızıla boyuyordu. Derin bir nefes aldım ve gözlerimi kapatıp başımı öne doğru eğdim. Hatırladığım kadarı ile idam edilecek mahkumlar böyle yapıyorlardı. Metalden çıkan sürtünme sesi, tüm rahatsız ediciliğiyle kulaklarımdaydı.
Hazır olup olmadığımı bile sormadan onu yavaşça havaya kaldırdı. Balta tahminimden daha ağır olmalıydı ve bu benim için acının daha az olacağı anlamına geliyordu. Ani ve kesin bir ölüm. Ardından ılık bir rüzgar esintisiyle birlikte, tüm gücüyle baltayı üzerime indirdi.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Kara Kutu
Mystery / ThrillerHasta olduğunu bilemeyecek kadar aciz bir adamın tanıştığı insanlarla birlikte her dakika değişen yaşamı ve bu hareketliliğin getirdiği geri dönüşü olmayan ölümcül kararlar. Tam da Stephanov ailesine yakışan bir hayat. (Satışta)