Merhabaa^^ Çok uzatmayacağım sizlere eğlenceli bir bölümle geldim! Bu bölüm Onur'un içindeki aşk adamını iyice tanıyacağız, ama gizemini hala çözemiyor olacağız. Karakterleri çabucak değil de yavaş yavaş tanıtacağım size. Ayrıca Facebook grubu isteyenler olmuş, bir grup açtık onu ayrı bir başlıkla duyuracağım, son olarak kitabım SINIR'ın geçen hafta çıktığını biliyorsunuz, çok yakında imza günlerimiz başlayacak imza günlerinde benimle ve tüm Sınır hatta Karantina ailesiyle tanışmak istiyorsanız bir koşu gidin Sınır'ımızı kapın gelin diyorum ve kitapla fotoğraflarınızı bekliyorumm :') İyi okumalar dilerim, görüşmek üzere! -Beyza Alkoç.
17.Bölüm : Onur'unki...
Sahnede gergin bir bekleyiş vardı. Doruk ve Onur'un arasında kendimi tehlikede gibi hissediyordum. Her an ikisi arasında bir tartışma hatta bir savaş başlayabilirdi! Yeşim'in varlığı ya da yokluğu ise belli değildi. Sadece birkaç kez Onur'a gülerek baktığını yakalamıştım. Omuz silkip kendi önüme döndüm. İsminin Reha olduğunu öğrendiğim edebiyat hocamız en sonunda kağıtlarını hazırlayıp bize gülerek döndüğünde ona hafifçe gülümsemeye çalıştım. Onur ise onu öldürmek istermiş gibi bakıyordu. Onur herkese öldürmek ister gibi bakıyordu.
''Üç sorumuz olacak. Ve her şeyi salonun reaksiyonu belirleyecek! Şimdi... İlk sorumuzu soruyorum, el kaldırmanıza gerek yok. Önce konuşmaya başlayan söz hakkını alır. Sorumuz geliyor. Bu zamana kadar şahit olduğunuz en büyük aşk kimindi?'' Kaşlarımı düşünmek için çattığım sırada Yeşim anında konuşmaya atladı,
''Romeo ve Juliet tabii ki!'' Kız resmen seyirciye oynuyor ama seyirci bunu yemez, ''ailelerinin düşman olmasına rağmen, bütün imkansızlıklara rağmen birbirlerinden vazgeçmediler. Birbirlerini asla bırakmadılar. Sonları kötü olsa da hep birbirlerini sevdiler.''
Hop borborlorono sovdolor. Özür dilerim. Bunu yapmaktan hoşlanmıyorum ama bu beni rahatlatıyor. Gözlerimi devirip kendi düşüncelerime daldım. Kim olabilirdi... ne olabilirdi? Derken Doruk konuşmaya başladı.
''Ben Leyla ile Mecnun diyeceğim. Gerçek Leyla ile Mecnun'u bilemem ama dizide çok güzeldi. Leyla ile Mecnun sevmeyen bir nesle aşina değiliz!'' Salondan ufak bir grubun alkış sesleri! İstediği reaksiyonu alamasa da kötü bir cevap vermedi. Hatta oturuyor olsam ben de alkışlardım. Ama hala reaksiyon alan bir cevap ortaya çıkmadı. Onur ne düşünüyor acaba... Ve ben ne demeliyim!? Değişik bir cevap vermeliyim. İnsanların hoşuna gidecek bir cevap... ve doğruluğuna emin olduğum bir cevap. Gözlerimi kıstım. Tam o sırada Onur'un dudakları aralandı.
''Gece ve ay...'' diye mırıldandığında bütün salon sessizliğe büründü, herkes pür dikkat onu dinlemeye başladı,
''Biri karanlık, biri aydınlık. Biri hep orada, birinin belli saatleri var. Ve biri olmadan biri asla görünemiyor. Ay geceye muhtaç, eğer gece olmazsa kimse onun varlığından bile haberdar olamaz. Ama gece yüce, kutsal, gece büyük. Gece ay olmasa bile herkes tarafından fark ediliyor, ama buna rağmen gece ayın kendisinde olmasına, karanlığını bölmesine izin veriyor. Çünkü gece aya aşık, insanlar da böyle, kendilerine muhtaç olan insanlara aşık oluyorlar. Gecenin sadece karanlığa ihtiyacı var, gecenin ayışığına ihtiyacı yok... Ama ay öyle değil. Ay geceye muhtaç, gece ise ona aşık...''
Alkış sesleri... Kızların hayranlık dolu cümleleri... Sanırım söz konusu edebiyat olduğunda Onur Zorlu'nun içinden bir Shakespeare çıkıyordu. Başka zaman olsa katil ruhlu diyeceğim bir çocuk ne olmuştu da birdenbire Romeo'ya dönmüştü! Şaşkınlığımı sonraya saklayıp vereceğim cevaba odaklandım. Alkış almam gerekiyordu.Onur Romeo ünvanına bir adım attıysa benim Juliet ünvanına iki adım atmam gerekiyordu.
''Evet... Zeynep?'' Herkes benden bir cevap beklerken sessizce nefes aldım. Ne diyeceğimi, ne yapacağımı, neyi örnek vereceğimi bilmiyordum. Belki de Onur'dan ilham almalıydım?
''Onur bana ilham verdi,'' diye mırıldandığımda Onur'un başını hafifçe bana çevirdiğini gördüm ama ben ona bakmadım. Dimdik seyirci koltuklarına baktım. Burak'ın bana el salladığını, Mert'in ise göz kırptığını gördüm. Burnumu çektim ve ürkmeden konuşmaya çalıştım,
''Gece ve ay ne kadar birbirine bağlıysa gündüz ve güneş de öyle. Gündüz aydınlıktır, ve her aydınlığın kaynağı güneştir. Ayın aydınlığının kaynağı bile güneştir, güneş ve gündüzün aşkı öyle büyüktür ki belki onlar olmasa gece ve ay asla kavuşamayacaktır... Güneş sönse, ay devam edebilir mi parlamaya? Güneş olmasa... gece görebilir mi aşık olduğu ayı? Gündüz güneşe muhtaç, gece aya, ay güneşe... En büyük aşklar başka aşklara da ilham olur derler. Güneşin gündüzü aydınlatması, sizce de ilham olmuyor mu ayın geceyi aydınlatma çabasına?''
Cümlem bittiği an gözlerimi kapattım. Ne şekilde baktıklarını görmek istemiyordum, neler dediklerini duymak istemiyordum, eğer sevmedilerse verecekleri tepkiyi bilmek istemiyordum. Nefesimi tuttum. İçimden saymaya başladım. Bir. İki. Üç... Dört... ve alkış sesleri! Ağlamak üzere gibi açtım gözlerimi. Herkes hayranlıkla bana bakıyordu. Nedense coşkumu engelleyemeyip gülerek beklentiyle Onur'a döndüm. Ama o bana bakmak yerine cinayet işlemek üzereymiş gibi sert bir şekilde dimdik karşıya bakıyordu. Hevesim sönerken başımı seyircilere çevirdim. Ben bu edebiyat yapma işini sevmiştim! Güzel yapıyorduk! Şimdi Onur da ben de birer adım öndeydik Yeşim ve Doruk'tan. Bu soruyu da alırsak üçüncü soruya gerek bile kalmayacaktı.
''Evet! Harika cevaplar! Şimdi ikinci soruya geçiyoruz. Sorumuz çok basit! Nefret ettiğiniz bir insana aşık olabilir misiniz?'' Salondan anında öğrencilerin arkadaşlarıyla ilgili yaptığı espriler gelmeye başladı, 'oldum bile!' deyip sevgilisinin elini tutup havaya kaldıran bir çocuğu gördüm, ufak bir alkış koptu. O sırada Yeşim hiç acele etmeden konuşmaya başladı.
''En büyük aşklar nefretle başlar derler! Tabii ki olabilirim! Hem belki olmuşumdur bile... Bazen insan duygusunun nefret mi aşk mı olduğunu anlayamıyor. Şuan mesela... biri var, ondan nefret mi ediyorum ona aşık mıyım bilmiyorum!'' Salondan gülüşme sesleri, ve nedense hoşlarına gitmiş olacak ki alkış sesleri geldi birden. Reaksiyon fırsatını kaçırmamak için Doruk anında atladı konuşmaya,
''Bir kere bir kız girdi hayatıma. Kızdan nefret ettim! Ama nasıl bir nefret etmek... konuşması sinirlerimi bozuyor, yürüyüşü sinirlerimi bozuyor, bakışı sinirlerimi bozuyor, nefes alması bile sinirlerimi bozuyor... sonra ne oldu merak ediyorsunuz değil mi? Kızdan nefret etmeye devam ettim, hala nefret ediyorum, aşık olmadım ve olamam da.''
Salon yıkıldı. Kahkaha sesleri kulaklarımı tırmalıyor. Ve ben verecek bir cevap bulamadım bile. Onur da aynı şekilde. Salondaki kahkaha sesleri devam ederken Onur'a döndüm.
''Yarışmayı onlara mı bırakacağız?'' Omuz silkti.
''Ne zaman takım olduk?'' Gözlerimi devirdim ve ısrarla konuşmaya devam ettim,
''En azından birbirimizi tanıyoruz...'' Onur'un dalga geçer gibi sertçe güldüğünü gördüm,
''Sen Doruk'u da çok iyi tanıyorsun, size mutluluklar.'' Sinirlendiğimi hissettim o an. Ne yani? Yarışı bırakıyor muydu?
''Tek bir cümle kuracaksın... biraz önce kurduğun rüya gibi olan cümlelere benzer tek bir cümle... sadece soruya cevap vereceksin, nefret ettiğin birine aşık olabilir misin, olamaz mısın. Bu kadar.'' Gözlerime baksın diye gözlerinin içine bakıyordum. Ama beni takmıyordu bile. Sonra durdu, gözlerini gözlerime dikti.
''Bakalım... sana aşık olabilir miyim bir düşünelim...'' dedi, ''Olamam. Sorunun cevabı hayırmış. Nefret ettiğim birine aşık olamazmışım.''
Dondum. O an birkaç saniyeliğine dondum kaldım. Tek eylemim yutkunmak oldu. Bu açık açık benden nefret ediyor oluşunu söylediği andı. Ben ona hiçbir şey yapmamıştım, ama Onur Zorlu benden nefret ediyordu. Başımı öne çevirdim. Hiçbir şey diyemezdim, bir cevap veremezdim. Beynimin içinde New Moon'un duygusal müzikleri çalmaya başlamıştı bile. Edebiyat hocamız bize döndüğünde Onur'a bakmadan tereddütsüzce konuştum,
''Cevap vermeyeceğim.'' Salondan şaşkın sesler yükseldiği anda Onur'un sesi duyuldu,
''Ben de.''
Kısa bir şaşkınlık süreci, edebiyat hocamızın sorgulayıcı tepkileri ve nihayet bizden ses çıkmadığı için mecburi kabulleniş.
''Pekala o zaman... son soruya geçelim. İlk sorumuzda en fazla reaksiyonu Onur ve Zeynep almıştı. İkinci soruda da onlardan cevap bile gelmediği için en fazla alkışı Yeşim ve Doruk aldı. Yani şuan son durumda herkes eşit. Her şey bu soruya bağlı. Hazırsanız soruyu yolluyorum!''
Salondakilerin oturuşlarını düzelttiklerini gördüm, her zaman ses yapan kalabalıklar nedense hep böyle kritik anlarda susardı, değil mi? Umutsuzca başımı salladım. Edebiyat hocası önümüzden bir adım atıp yanımıza geçtiğinde ve kağıtları kaldırıp soruyu okumaya başladığında mutsuzluktan ölmek üzereydim.
''Yarışmamız okulun Romeo ve Juliet'ini seçmek üzere yapılıyor, biliyorsunuz. Böyle bir yarışmada Shakespeare'e yer vermezsek olmaz dedim. Bu yüzden, madem gerçek aşkı tanımladınız ve madem Romeo ve Juliet olmak istiyorsunuz, biraz da olsa Shakespeare biliyor olmanız lazım. Mesela o meşhur repliklerden birini... Şimdi size bir repliğin başını vereceğim. Ve sizden devamını isteyeceğim. Önce davranan kazanır! Hazır mısınız?''
Bir kere daha hazır mısınız derse ağlayacağım! Şimdi ne yapmam gerektiğini bilmiyorum. Ben Romeo Juliet okuyarak büyüdüm. Tiyatro kursumda Juliet'i defalarca canlandırdım, repliklerini ezberledim. Şimdi soracağı repliği biliyor olmam çok yüksek olasılık. Ama ne yapacağım? Cevap verecek miyim? Onur'un cevap vereceğini düşünmüyorum. Peki ne olacak? Doruk'un Juliet'i mi olacağım? Bilmiyorum... ne olursa olsun kaybetmek istemiyorum... belki de sırf bu yüzden cevap vermeliyim. Ve cevap vereceğim. Bu yarışmanın Romeo'su kim olur bilmiyorum. Ama bildiğim bir şey var. Bu yarışmanın Juliet'i ben olacağım.
''Cümleyi söylüyorum, devamını getiriyorsunuz! Shakespeare demiş ki... şiddetle başlayan hazlar...''
''Şiddetle son bulurlar...''
''Şiddetle son bulurlar...''
Şok. Şok içindeyim. Şaşkınlık değil bu, resmen şok içindeyim. Çünkü sesimin senkronize bir şekilde aynı anda çıktığı, aynı cümleyi kurduğu insan Onur Zorlu. Cevap vermeyeceğine emindim. Cevap verdi! Salonda büyük gürültülü bir şaşkınlık var! Ama devam etmemiz gerekiyor, bu replik burada bitmiyor. Edebiyat hocası eliyle salonu sustururken Onur'a baktım. Bana bakmıyordu. Ona her baktığımda bana bakmıyor olduğunu görmek beni artık hayal kırıklığına bile uğratmıyordu... Yine de gözlerimi ondan ayırmadım, dudaklarımı araladım onunla aynı anda.
''Ölümleri olur zaferleri...''
''Ölümleri olur zaferleri...''
''Öpüşürken yok olan...''
''Öpüşürken yok olan...''
''...ateş ve barut gibi.''
''...ateş ve barut gibi.''
Bitti. Edebiyat hocasının ''ROMEO VE JULIET'IMIZ!'' diye bağırdığını duydum, tir tir titriyorum. Bütün salon şok içinde ayakta, alkışlanıyoruz. Doruk ve Yeşim sahnede yok bile. Onur'un da sahne merdivenlerine bir adım attığını gördüm. Tutukluğumu bir kenara bırakıp cesaretle uzandım, kolunu tuttum.
''Bekle!'' dedim, ''bana bir açıklama yapmak zorundasın!'' Onur durdu, tahammülsüzce döndü, yüzüme baktı.
''Ne istiyorsun?''
''Açıklama istiyorum.'' Kaşlarını çattı. Elimle tuttuğum koluna baktı,
''Önce elini çek,'' diye emretti. Yutkunarak elimi çektim, ''ne açıklaması istiyorsun?''
Bir adım atıp ona yaklaştım. Gözlerinin içine diktim gözlerimi. Bana gerçekten benden nefret eder gibi mi bakıyordu anlamaya çalıştım... nefret göremiyordum. Benden kurtulmak istediğini biliyordum, bunu görebiliyordum ama nefret göremiyordum. Yemin ederim.
''Sen...'' diye mırıldandım, ''duvarsın!''
''Ne?'' Dünyanın en saçma cümlesini kurduğum için kendimi tebrik ederim. İşte şimdi Onur Zorlu'nun yüzünde görmek istemeyeceğim bir ifade var! Ne-saçmalıyor-bu-salak bakışı.
''Yani... ben seni tanıdığımdan beri duvar gibisin. Duygusuz, ruhsuz... Yanlış anlama beni. Bana öyle davrandığın için bunları söylüyorum. Şu dudaklarının arasından tek bir güzel cümle duymadım! Şimdi ne oldu da birdenbire içinden bir Romeo çıkıverdi? Bu repliği nereden biliyorsun? O cümleleri nasıl kurdun sen!''
Yüzündeki ifade yavaş yavaş yumuşadı. Ne dediğimi gayet de iyi anlamaya başlamıştı. Kötü bir şeyden bahsetmiyordum. Sadece şaşkındım, ve bir cevap arıyordum! Onur Zorlu gibi konuşan bir duvarın içinden nasıl olmuştu da böylesine bir aşk adamı çıkmıştı!
''Ruhumdan her geçeni dudaklarımın arasından yollasam ruhumun içinde ne kalır?''
Acaba rüya mı görüyordum ben? O kadar saat uyumadığım için birden bir yerde uyuyakaldım da tüm bunlar rüya mıydı? Sahnede söyledikleri tamam, Romeo seçilmesi bile tamam, her şey tamam, bu kurduğu cümleyi gerçekten o söylemiş olabilir mi? Artık hep böyle mi olacak? Onur Zorlu sürekli olarak Romeo gibi mi konuşacak? Ah Romeo, neden Romeo'sun sen...
''Son birkaç saattir bir şey oldu sana! Bu cümle...'' derken Onur hafifçe güldü,
''Bu şakaydı. Yüzündeki korkuyu görmek komik oldu. Romeo'ya dönüşeceğimden korktun, değil mi?'' Gülmeye çabaladım.
''Aslında hiç fena olmaz. En azından duvarla konuşuyormuş gibi hissetmek zorunda kalmazdım.'' Tek kaşını havaya kaldırdı dudağının kenarı havadayken.
''Üzgünüm,'' diye fısıldadı, ''duvarla konuşuyormuş gibi hissetmeye devam edeceksin. Şimdi izin verirsen iniyorum. Sahne olaylarından sıkıldım.''
''Tamam, in.'' dediğim sırada inmek yerine yüzüme baktı soran gözlerle.
''Sen?''
''Ben?''
''Sen de geliyorsun.'' Demek nefret ediyor olmasına rağmen benim yanından ayırmamaya kararlıydı. Tam burada madem nefret ediyorsun beni neden yanında istiyorsun diye sormam gerekiyordu ama sesimi çıkarmadım.
''Tamam... ben de geliyorum...''
''Hatta şimdi sınıfa gidiyoruz, gider gitmez uyuyorsun.'' Omuz silktim.
''Uyumak istemiyorum! Şu okuldan çıkana kadar uyumayacağım. Israr etme... Hem madem benden nefret e-'' derken elini kaldırdı.
''Laf sokmaya çalışma. Uyumazsan uyuma, inelim.'' Arkasını dönüp merdivenlerden inmeye başlayınca sinirle peşinden ilerledim. Burak ve Mert'in yanlarına gidene kadar bütün gözler bizim üzerimizdeydi. Parmakla bile gösterildiğimizi görmüştüm! En sonunda Burak ve Mert'in yanında kendimizi bulduğumuzda onlara gülümsedim.
''Ooo Romeo ve Juliet gelmiş!'' Mert'in cümlesiyle birlikte kendime engel olamayıp güldüm. Burak anında telefonunu çıkardı cebinden. Bir yerlere tıkladıktan sonra telefonu bana uzattı. Kaşlarımı çatarak telefona baktığımda boş sarı bir sayfa gördüm.
''Bir imza alabilir miyim? Ünlü oldunuz artık! Yanımda kağıt yok, telefona atıverin. Daha ölümsüz olur.'' Onur anında gözlerini devirdi,
''Kağıda atılınca ölümsüz oluyor. Telefona değil.''
''Burak, git birinden kağıt kalem iste. Hem kızlarla konuşma bahanesi olur.'' Mert'in önerisiyle birlikte Burak başını kaldırdı. Tam yanımızda duran kızlara doğru birkaç adım attı. Oraya döndüğümde sesini duyabiliyordum,
''Kızlar! Bana kağıt kalem lazım. Kağıdı kalemi olanla öpüşeceğim! Bu da ödül olsun.''
Burak gayet yakışıklıydı, uzun boylu, kumral saçlı beyaz tenli bir çocuktu. Kızların normalde içi gidebilirdi, ama kaçan kovalanır taktiğiyle Burak'a gözlerini devirdiler!
''Al bunları, ama öpüşmek kalsın!'' dedi kızlardan biri Burak'a not defterini ve kalemini verirken.
''A-ah! Niye?'' Tam o sırada aralarına 1.90 boylarında üzerindeki basketbol forması okulun sıcağından sırılsıklam olmuş bir çocuk girdi,
''Bir sorun mu var sevgilim?'' O an Burak donakaldığı sırada elimi ağzıma götürüp gülüşümü sakladığımda Mert'in büyük kahkahası duyuldu.
''Hiçbir sorun yok,'' Cevap Burak'tandı, ''iyi akşamlar kardeşlerim.''
Gülmekten ölmek üzereydim. Burak tıpış tıpış yanımıza döndüğünde yüzündeki korkak ifade kendisini sinirli bir ifadeye bırakmıştı.
''Bor soron mo vor sovgolom?'' Şok içinde Burak'a döndüm!
''Bunu sen de mi yapıyorsun!'' Burak başını salladı,
''Bunu küçüklüğümüzden beri hepimiz yaparız! Onur bir yerden sonra bıraktı gerçi... İnsanı rahatlatıyor.''
''Ben bir tek ben yapıyorum sanıyordum. Resmen sinirlerini alıp götürüyor. Gerçi seninki sinir değil korkuydu daha çok.'' dediğim sırada Mert bir kez daha kahkaha attı. Onur'un da güldüğünü görüyordum.
''Korkmadım,'' diye açıkladı kısaca.
''Aynen korkmadın! Oğlum arkadan bile titrediğin belli oluyordu!'' Mert'in cümlesinden sonra birden o an ilk kez Onur'un da böyle bir konuşmaya dahil olduğuna şahit oldum,
''Korkudan Nihat Hatipoülu gibi kardeşlerim deyip yanımıza kaçtın Burak.'' Kıkırdayarak Burak'a döndüğümde işte şimdi sinirlendiğini gördüm!
''Abi korkmadım tabii ki! Başımı belaya sokmak istemedim. Vururlar eyvallah da ölmezsem sıkıntı büyük.''
Gülmekten ölmek üzereydim! Sanırım komple bütün hayatım boyunca tanıştığım en komik insan Burak'tı. Tam ona güldüğüm sırada yanımızdaki kızların bize döndüklerini gördüm, göz ucuyla bize bakıyorlardı. Ben de göz dağı vermek ister gibi grubu temsilen onlara döndüğümde bizim hakkımızda konuştuklarını duydum, hatta benim hakkımda,
''Onur'unki okula yeni mi gelmiş? İsmi neymiş?''
Donakaldım o an. Bütün milimlerimin donduğunu hissettim, hayatımda alabileceğim en garip sıfatı duymuştum. Onur'unki... Ben şimdi... Onur'unki mi olmuştum?
''Zeynep! Nereye daldın gittin bir imza atacaksın! Zeynep!'' Burak'ın ismimi bağıra çağıra söylenmesiyle birlikte daldığım yerden onlara döndüm, Burak elindeki not defterini ve kalemi bana uzatıyordu. Bir boş sayfaya baktım. Bir kaleme baktım. Bir deftere, bir Onur'a... Kalemi elime alıp titreyen ellerimle defteri imzaladım, ve defteri Onur'a uzattım. Onur bunu çocukça bulduğunu belli eden bir bakışla birlikte istemeye istemeye defteri imzalarken onu izliyordum.
Bana Yeni Kız dedi, Bela Mıknatısı dedi, Külkedisi dedi, bana Prenses denilmesiyle dalga geçti. Şimdi benim okuldaki insanların gözünde yeni bir sıfatım var. Ben artık Yeni Kız değilim. Bela Mıknatısı, Külkedisi, Prenses değilim... ben artık Onur'unkiyim.
***
Baştaki duyuruyu görmeyenler için bir kez de buradan yazıyorum,
Merhabaa^^ Facebook grubu isteyenler olmuş, bir grup açtık onu ayrı bir başlıkla duyuracağım, son olarak kitabım SINIR'ın geçen hafta çıktığını biliyorsunuz, çok yakında imza günlerimiz başlayacak imza günlerinde benimle ve tüm Sınır hatta Karantina ailesiyle tanışmak istiyorsanız bir koşu gidin Sınır'ımızı kapın gelin diyorum ve kitapla fotoğraflarınızı bekliyorumm :') Görüşmek üzere! -Beyza Alkoç
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Karantina Serisi
Teen Fiction''Birlikte belanın içine batabileceğimiz kadar battık. Ve şimdi, seni bırakmayacağım... Benimle misin?'' --- Zeynep, kendini yeni okuluna başladığı ilk gün bir felaketin ortasında buldu. Okulu, salgın bir hastalık nedeniyle karantina altına alındı...