34.Bölüm : Oyun Başlıyor!

694K 32.4K 2.7K
                                    

ÖNEMLİ : Çok bir şey söylemeyeceğim, sadece bir konuda birkaç şey söylemek istiyorum. Şu yorumları ve mesajları çok alıyorum ''Onur Zeynep sahnesi çok az, Onur'la Zeynep çok az konuştu...'' Şunu söylemek istiyorum, Karantina temelinde bir aşk hikayesi değil, bir bulmaca çözer gibi okunması gereken bir hikaye, bir gerilim hikayesi. Ve Onur / Zeynep arasında geçmiyor, emin olun Onur Zeynep sahnelerinin bol olacağı bölümler de gelecek, ama Mert ve Burak'ı da yok saymayalım, hikayenin ana karakterleri ''Mahşerin Dört Atlısı'' , Karantina'yı arkadaşlarınıza önerirseniz, beğendiğiniz yerleri sosyal medyada paylaşırsanız çok çok sevinirim. Son olarak, benim yazım tarzım şudur : hiçbir bölümü sonuca ulaştırarak bitirmem, mutlaka en heyecanlı yerinde bırakırım, bu bölümde de öyle olacak. Emin olun böylesi çok daha zevkli. Ve bir aksilik olmazsa yeni bölüm 2-3 gün içinde geliyor^^ Bir de önümüzdeki günlerde Onur'un annesinin gençliğinden, Onur Burak ve Mert'in çocukluğundan özel bölümler okuyacağız. Ve bundan sonra başlığı canlandırma amaçlı bölümden önce bir tane de fragman yayınlayacağım^^ Instagram hesabımı takipte kalın, yakında Karantina'yla ilgili yarışmaşlarımız ve hashtag çalışmalarımız olacak // Instagram : beyzalkoc


34.Bölüm : Oyun Başlıyor!
*Kimileri dünya ateşle sona erecek diyor, kimileri buzla...*

İki yüze yakın erkek öğrenci... Konferans salonunu doldurmuş gergin bir şekilde sahnedeki müdür yardımcısını ve Onur'u izliyorlar. Onur'un gözleri konferans salonundaki herkesin üzerinde, benim gözlerim Onur'un üzerinde. Hayat da böyle değil mi zaten, gözlerimiz hep gözleri başkalarının üzerinde olanların üzerinde... Onur tanıdığım bildiğim Onur değil. Gözleri uykusuzluktan kıpkırmızı olmuş, saçları darmadağın, ayakta zor durur bir halde... Öfkeyle insanların yüzlerine bakıyor, öfkeyle insanların boylarına, saçlarına, ellerine bakıyor. Onur etrafa öfkeyle bakıyor, kimse bu öfkenin sebebinin farkında değil. Onur Zorlu bugün burada hayatıyla oynayan adamı arıyor, bu cinayetin katilini arıyor. Elime bir ayna alıp çıkmak istiyorum karşısına, ''Bak,'' demek istiyorum, ''işte aradığın...'' Oysa sadece çaresizce izliyoruz. Burak, Mert, ben... Ama içimde bir his var, içimde kocaman kara bir delik var ve ben hissediyorum. Bir şeyler olacak... Bir şeyler çok yakın zamanda olacak... Elimi uzatıp çekip almak istiyorum Onur'u o sahneden. Burak ve Mert'le birlikte sürükleye sürükleye götürelim istiyorum buradan. Karşımızda duran bu duvarı yıkalım istiyorum, pes etsin istiyorum. Yorulsun istiyorum. Evet, ben Onur'un yorulmasını istiyorum. Kendine bir zarar vermeden gerçeği kabullenip olduğu yerde oturuşunu, teslim oluşunu, bize gelişini, yardım isteyişini görmek istiyorum. Çünkü biz... onu kurtarabiliriz. Oysa pes etmeye niyeti yok. Sahneden indi, kalabalığa karıştı bile.

''Onur ne oluyor abi ya!?'' Çocuklardan biri sertçe yanından geçen Onur'a bu soruyu yönelttiğinde Onur'un umrunda bile olmadığını gördüm. Öylece çekip gitti, kalabalıkta yürümeye devam etti, yürüdükçe yüzleri izledi ; izledikçe umudu söndü... Sonra bir anda, kaşlarını çattı.

''Orospu çocuğu!'' Birini boğazından tuttuğu gibi duvara yapıştırdığında bir çığlıkla kalabalığa attım kendimi, Burak ve Mert kalabalığı neredeyse uçarak aşıp Onur'u kollarından tuttuklarında korkudan ölmek üzereydim. Onur, kendi saç rengiyle aynı renge sahip birini tutup yapıştırmıştı duvara!

''Onur! Kardeşim, hadi gel! Hadi gidiyoruz!'' Burak Onur'u çekiştirirken tüm kalabalık olaya karışmıştı.

''Ne oluyor ya!? Hocam buna müsaade mi edeceksiniz?''

''Çocuklar! Sakin olun! Onur, sakin ol! Bırak onu hemen!'' Bırakmaya niyeti yoktu, sakin olmaya hiç niyeti yoktu... Kalbim deli gibi atıyordu. Bu kalabalık her an karışacak gibiydi, mahşerin dört atlısı bir cehennemin ortasında kalmış gibiydi...

''Sendin!'' dedi Onur çocuğa, ''O kızı sen öldürdün!'' Çocuğun korku dolu ''NE!?'' deyişi, kalabalığın şok içinde susuşu... Korkuyla beklediğim sırada gözlerim ağır ağır hareket etti, aşağı doğru kaydı... Bayılmak üzereydim... Ama ayakta kalmak zorundaydım.

''Ne cinayeti!?''

''Onur, Tolga o gün burada bile değildi. Karantina sırasında okulda yoktu, üç aydır değişim programıyla İngiltere'deydi! Kendine gel!'' Kalabalık arasından biri durumu açıklayınca Onur'un yüzünde size yemin ederim öyle büyük bir hüzün gördüm ki. Çünkü umutlanmıştı... Katili bulduğunu sanmıştı, ispatladığını sanmıştı, her şey bitecek sanmıştı... Her şeyi bir saç rengiyle çözdüğünü sanmıştı... Oysa herkes ve her şey açık bir şekilde yüzüne vuruyordu, aradığı kendisinden başkası değildi.

''Onur... Abi yeter artık! Bizimle geliyorsun!'' Mert ve Burak Onur'u zorla kalabalığın arasından çıkardıklarında itiraz etmedi. Öylece kalakalmış bir şekilde çıktı oradan. Peşlerinden koşturarak önlerine geçtim. Koridorda durduklarında Onur'u kollarından tuttum.

''Kendini mahvediyorsun!'' dedim gözyaşları içinde, ''hayatını mahvediyorsun!'' Kollarını öfkeyle çekti.

''Hayatımı mahvetmek isteyen sizsiniz.''

''Abi, hadi gel... bize gidelim... bir dinle bizi, konuşalım.''

''Hiçbirinizle konuşacak hiçbir şeyim kalmadı benim. Zeynep'e daha önce de söyledim, ben tekim artık. Mahşerin Dört Atlısı diye bir şey kalmadı... Siz her şeyi mahvettiniz.''

Çekip giderken Burak Onur'u kolundan yakaladı,

''Yalnız kalmana izin vermeyeceğim! Nereye gidersen git, peşinden geleceğiz Onur. Ben senden hiç ayrılmadım, bundan sonra da ayrılmayacağım.'' O an iki kardeşin vedalaşmasını izliyor gibiydim, tüylerim diken dikendi, ellerim buz gibi...

''Siz bana inanmayarak yalnız kalmama izin verdiniz zaten. Hep yanımdasınız sanmıştım... Meğer ben annem gittiğinden beri tek başımaymışım. Siz hiçbir zaman yokmuşsunuz.'' Sonra başını kaldırdı, önce Burak'a baktı, sonra Mert'e... sonra bana...

''Bundan sonra da olmayın.'' dedi sertçe. Kalakaldık. Hiçbir şey diyemedik, bir adım dahi atamadık, biz ağzımızı bile açamadık. Öylece, kalakaldık...

''Abi ben peşinden gideceğim ya!'' Burak Onur'un peşinden koşarken Mert de ona katıldı. Birkaç saniye ardından baktım üçünün. İçimdeki kötü his öylesine yoğundu ki ne yapacağımı bilemiyordum. Birkaç yavaş adım attım peşlerinden, sonra garip, çok garip bir şey oldu. Bir el benim ağzımı kapatıp beni saliselik bir hızla müzik odasına çektiğinde korkudan ölmek üzereydim!

Kolları arasında çırpınırken gözlerimi kocaman açtım ve karşımda duran iri siyah gözlü, uzun boylu, simsiyah saçlı çocuğa baktım. Kimdi bu!? Neler oluyordu!?

''Şşş,'' dedi, ''sakin ol Zeynep... Sana zarar vermeyeceğim... Sakin olacak mısın? Bağırmayacağına söz verebilir misin?'' Telaşla başımı salladım. Korkudan ne yapacağımı bilmiyordum.

''Sonunda,'' diye mırıldandı elini ağzımdan çekerken, ''notların sahibiyle tanışma şerefine nail oldun.'' Elini bana uzattığında şoka girmiştim. Şoktaydım. Neler oluyordu böyle! O notları yazan, her şeyi gören, her şeyi bilen karşımdaydı şimdi... Simsiyah gözleriyle bana bakıyordu. Elini uzatıyordu. Kıpırdayamadım, dudaklarımı ağır ağır araladım...

''Sen... kimsin?''

''Bir düşman, diyelim...'' dedi alayla, ''filmlerde hep 'bir dost' derler ya, ben de bir düşmanım işte. Onur Zorlu'nun en büyük düşmanıyım.''

''Sen yaptın!'' deyiverdim birden, ''HER ŞEYİ SEN YAPTIN!'' Öfkeyle ona doğru bir adım attığımda gülerek başını hayır der gibi salladı.

''Ben hiçbir şey yapmadım, ben kimseyi öldürmedim, bu tarz bir şerefsiz değilim. Ben başka tarz bir şerefsizim. Onur'u o gece gören, onu en değer verdiği insanlardan vuran bir şerefsiz... Ondan intikam almak isteyen bir şerefsiz...''

''Sen...'' dedim dağılmış bir şekilde, ''ne istiyorsun?! Kimsin sen!?'' Yüzündeki gülüşe bir yumruk indirmek istiyordum. Bir yumrukla dağıtmak istiyordum Onur'dan intikam almak istediğini söyleyen o dudaklarını. Kim, neden Onur'dan intikam almak isterdi? Kim, neden Onur'dan nefret ederdi? Onur'u sevmemek mümkündü, milyonlarca insanla konuşsun belki hiçbiri sevmezdi evet, ama ondan nefret etmek... mümkünü yoktu. Kimseye zarar vermezdi, kimsenin kendinden nefret etmesine sebep olmazdı. O sadece insanların onu sevmemeleri için çabalardı. Ama nefret kocaman bir sorumluluktu. Onur bu sorumluluğun altına girmezdi...

''O gece...'' diye fısıldadı karanlık bir sesle, ''buradaydım. Bu binada, o koridorun önünden geçiyordum. Bir ses duydum, ufak damla sesleri. Kaşlarımı çattım, koridora doğru bir adım attım. Önce yerde yatan kızı gördüm... Sarı saçlı, vücudu kana bulanmış. Sonra Onur'u gördüm. Koridorun sonuna doğru ilerlerken elindeki bıçaktan damlayan kanın sesini duydum, o keskin kokuyu duydum.'' Gözlerimi kapattım. Ve korkarak o soruyu sordum,

''Y-yüzünü... yüzünü gördün mü... Gerçekten Onur muydu...'' Birkaç saniye durdu, derin bir nefes aldı. Gözlerini gözlerimden ayırmadan cevapladı,

''Kabullen Zeynep.'' dedi, ''Onur bir katil.'' Öfkeyle bağırdım hala bir umut taşıdığımı belli eder bir halde,

''Yüzünü gördün mü!?'' Gözlerini kapattı. Sakin kalmaya çalıştığı belliydi. Sonra acımasızca gülümsedi.

''Yüzü netti, Onur'du...'' Sessizlik. Ölüm sessizliği... İçimde ölüm sessizliği oluştu... Onur olduğunun her kanıtını gördüğümde, her duyduğumda içimden bir şeyler kopup gidiyordu ve içimde hiçbir parça kalmamıştı artık. İçimde ne güzel bir his kalmıştı, ne de umuda dair bir parça... Giderek doğrulanıyordu her şey. Giderek tamamlanıyordu hikayenin örgüsü... Bir mıknatısın zıt kutuplarını çekişi gibi, mutsuz sona çekiliyorduk.

''Sen...'' dedim darmadağınık bir halde, ''o notları yazdın... Hasta olduğunu nereden biliyorsun? O notları cebime nasıl soktun!? Seni bir kere bile görmedim!'' Göz kırptı,

''Bu da işin sihri. Hokus, pokus...''

''Cevap ver bana,'' dedim öfkeyle, ''Hasta olduğunu nereden biliyorsun!?''

''Hokus, pok-'' derken sinirle yüzüne tükürdüğümde büyük bir kahkaha attı ellerinden kurtulmak için çırpınan bedenimi sabit bir şekilde duvara yaslı tuttuğunda.

''Sana bir şerefsiz olduğumu söylemiştim,'' dedi gülerek, sinirden delirmek üzereydim.

''Ne istiyorsun Onur'dan!? Para mı? Ne?!'' Omuz silkti.

''Hiçbir şey... Hem de hiçbir şey Zeynep... Benim tek istediğim ne, biliyor musun? Onur'un mahvoluşunu izlemek.'' Tüylerim diken diken oldu o an, vücudumu saran korku çocuğunu korumaya çalışan bir annenin korkusuydu.

''Onur sana ne yaptı? Neden... neden ona bunu yapıyorsun...''

''Sana hiçbir şey anlatmayacağım. Sadece şunu bil, bu cinayeti o işledi ve o gece orada olup bunu görmem bana verilmiş bir hediye, bir fırsat. Yıllar önce, Onur bana öyle bir şey yaptı ki, ben mahvoldum... O gün bana şöyle dedi, 'Çıkmaz sokağa hoş geldin...' Beni bir çıkmaz sokağa soktu. Şimdi ben ona aynısını yapacağım. Onu çıkmaz sokağa sokacağım, ve o sokağın girişini bile kapatacağım.'' Ellerini üstümden çektiğinde iyi değildim, konuşabilir bir halde değildim, yürüyebilir bir halde değildim. Kafam karmakarışık vücudum korkuyla çevrelenmişti.

''İsmin ne?'' diye yalvardım simsiyah gözlü, simsiyah saçlı bu yabancıya. Gülümsedi,

''Bir düşman...'' diye fısıldadı, ''görüşeceğiz Zeynep. Tekrar görüşeceğiz...''

Sınıftan çıkıp giderken olduğum yerde kalakaldım. Telefonumun çalmaya başlamasıyla artan kalp hızım yere yığılmama sebep olacak düzeydeydi. Cebimden telefonumu çıkardım, ekranda Burak yazısını gördüğüm an açtım.

''Arabasına doğru gidiyor, neredeysen çabuk gel takip edeceğiz.''

''Tamam.'' Telefonu kapattığım gibi koşmaya başladım. Koşarak koridoru geçtim, merdivenlerden indim. Bahçeye indiğimde Onur'u göremedim ama Burak ve Mert arabayla tam önümde durduklarında arka kapıyı açıp atladım.

''Nereye gidiyor?''

''Konuşamadık. Cevap vermeden önümüzden çekip gitti.'' Onlara anlatmalı mıydım? Az önce yaptığım konuşmayı, Onur'un bir düşmanı olduğunu... Yoksa bu onların da başını belaya sokmak mı olurdu? Eminim, o düşman her kimse zarar vermeye çalışacaklardı. Onur'u zaten kaybediyorduk, engellenemez bir düşüşe geçmişti. Şimdi aynı binadan Burak ve Mert'i de aşağı itemezdim...

''Nereye gidiyor olabilir abi!? Telefonla konuşuyordu, sonra birden arabaya atladı... Babasının yanına gidiyor olabilir mi?'' Burak'ın sorusuyla gözlerimi direksiyon başındaki Mert'e çevirdim,

''Babasının kaldığı hastane ters yönde. Başka bir yere gidiyor.''

Başka bir yer... Neresi olabilir? Nereye gidiyor olabilir? Beynimin içi çıkışı olmayan bir labirente döndü. Sakin olmak zorundaydım, sakin kalmak zorundaydım. Arka koltukta arkama yaslandığımda, ellerimi hırkamın cebine soktuğumda garip bir şey oldu. Çok garip... Parmak uçlarım sol cebimde bir kağıda değdiklerinde kaşlarımı çattım. Kağıdı cebimden çıkarıp açtım. Bir not... Kalbimin hızlanışıyla birlikte kağıdı açtım ağır ağır. Kağıt sesiyle arkasını dönen Burak'a baktım. Kaşlarını çattı,

''O ne?'' diye sordu tedirgince,

''Not...'' Sesim fısıltıyla çıkmıştı. Mert'in ''Yine mi!?'' deyişiyle birlikte yutkundum, başımı kağıda çevirdim. Dudaklarımı araladım ve sesli bir şekilde okumaya başladım,

*Sahne hazır, oyun başlıyor...
Bir bulmacanın son kelimesi, gözler önüne çıkıyor.
Gerçek sahnede, siz gerçeğin peşinde.
Juliet Romeo'nun ardında, Romeo bir göl dolusu su peşinde...
En çok su arayan, elleri kanlı olandır.
Sona geliyoruz, an ve an, adım adım.
Bizi sona götürecek bir nehrin içindeyiz şimdi,
Ne derler bilirsin, her son, bir yeni nehrin başlangıcıdır...
Akışa bırak kendini, notlarımın tek okuyucusu,
Sahne hazır, perde açılıyor.
Artık kimse, bu nehirden yüzerek çıkamayacak...
Nehir sizi içine istiyor, nehir kan istiyor.
Sahne hazır, oyuncular geliyor,
Perde açıldı, oyun başlıyor...*


Korkudan üşümeye başladığımı hissettiğimde Mert arabayı ani bir frenle durdurdu. Cama yapışmamak için ön koltuğa tutunduğumda gergin bir şekilde Mert'e baktım. Alt dudağını ısırdı.

''Bir şey olacak... Bir şey olacak...'' dedi tekrar ve tekrar, ''bir şey olacak...''

''Allah kahretsin!'' diye bağırdı Burak yumruk yaptığı elini torpidoya vurduğunda.

''Mert, Onur'a yetişmemiz lazım. Arabayı çalıştır!''

''Hayır... Onur'a yetişmeyeceğiz!'' Kaşlarımı çattım, karmakarışık bir ifadeyle yüzüne baktım.

''Onur'un arkasında olursak ona yardımcı olamayız. Bizim Onur'un önünde olmamız gerekiyor! Önüne çıkmamız, onu durdurmamız gerekiyor.''

''Nereye gidiyor olabilir?! Ne yapmaya gidiyor olabilir!?''

''Bilmiyorum... Bilmiyorum!'' Mert birdenbire arabayı sağ yöne kırıp ağaçlarla kaplı bir orman yoluna girdiğinde hiçbir araba yarışında hiçbir yarışçının yapmadığı kadar büyük bir hızla ilerliyorduk.

''Orman yolundayız, dümdüz gittiğinde denize çıkıyor yolu... Sola yol yok, bir şekilde sağdan gittiğimizde önüne çıkacağız. Çıkmak zorundayız.'' Mert'in açıklamasıyla birlikte telefonumu cebimden çıkardım. Onur'u aradım. Telefonu kulağıma dayadım. Çaldı, çaldı, çaldı... Cevap vermedi. Kapandıkça bir daha aradım. Kapandıkça bir kez daha. Onur'u defalarca aradım. Görmediğimiz bir yolda takip ediyorduk şimdi onu. Önümüzde olmayan birini takip ediyorduk. Yarım saat sürdü yolun hiçbir yere sapmaması. Sonra en sonunda bir sol sapak gördüğümüzde Mert direksiyonu anında sola çevirdi! Taşlı yollardan hızla geçtik, ileride, 200 metre ötede bomboş bir arazinin ortasında bir depo görünüyordu.

Kalbimin hızının yedi katına çıktığına şahit oldum.

''Arabası!'' dedi Burak, ''Deponun önünde!'' Yetişememiştik! Önüne geçememiştik!

''Durdur!'' diye bağırdım Mert'e, arabayı son süratle deponun önüne çekip durdurduğunda üçümüz aynı anda indik arabadan. Kapıları açık bıraktık, taşlı yolda koşa koşa depoya doğru ilerledik. Burak deponun kapısını sertçe çekip açtığında, cehennem tasviri canlandı gözümde. Bize hep kötü şeyleri ateşle ilişkilendirerek anlattılar. Kötü insanlar yanardı, mitolojide ateş kötüydü, dünya ateşle sona erecekti ve insanlar dünyanın sonundan korkuyorlardı. İnsanlar ateşten korkuyordu. İnsanlar yanmaktan korkuyordu. İnsanlar çok sevdikleri güneşten korkuyordu. Oysa bir şiir geçiyor şimdi aklımdan, ''Kimileri dünya ateşle sona erecek diyor, kimileri buzla...''

Benim dünyam buzla sona eriyor, donarak... Bu buz gibi deponun içinde karşımda gördüğüm görüntüyle birlikte kalbim donuyor. Hislerim, duygularım, düşüncelerim donuyor. Hayatımda yaşadığım bütün şokları bütün korkuları unuturcasına şoktayım, o derece korkuyorum. Elimi uzattım, Burak'ın kolunu tuttum. Titriyordu.

''O-Onur...'' diye fısıldadım, aklımda nottan bir cümleyle... ''Artık kimse, bu nehirden yüzerek çıkamayacak... Nehir sizi içine istiyor, nehir kan istiyor. Sahne hazır, oyuncular geliyor, perde açıldı, oyun başlıyor...''

Bir adım attım. Olduğum yerde kaldım. Emin olduğum tek bir şey vardı o an, hayatımın sonlanmasını istediğim anı seçme özgürlüğüm olsaydı, işte tam bu anı seçerdim. Ben şuan, her şey bitsin istiyordum...

---

Heyecanlı yerde bıraktık, siz merakla bekleyin bölüm çok yakında^^

Instagram : beyzalkoc (tek a ile)

Snapchat : beyzaalkoc

Not : Merak ettiğiniz ve özel bölüm olarak yazmamı istediğiniz olayları yoruma yazarsanız hepsini not alacağım^^

Karantina SerisiHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin