40.Bölüm : Yaşam Ağacı...
*Hayat her zaman bir yolunu bulup yeşerir...*
Topluluk konferans salonundan dağılmaya başladığında Burak ve Mert herkesin sorularını yanıtlıyordu. İnsanlar yapabilecekleri şeyleri anlatırken, fikirlerini sunarken öylece umutla onları dinliyordum. Sonra, gözlerimin önünden geçip giden tanıdık bir figürle birlikte kaşlarımı çattı. O an, ne olduğunu anlayamadığım bir şekilde başımı kapıya çevirdim. Bu oydu! Onur'un düşmanı olduğunu söyleyen, siyah saçlı, simsiyah gözlü o çocuk... Hiçbir şey diyemeden vakit kaybetmemek adına birdenbire hızla konferans salonundan çıktığımda koridorun sonunda gördüm onu.
''Dur!'' diye seslendim bomboş koridorda. Hızlandı, öyle hızlı ilerliyordu ki şuan uçma yeteneğine sahip olsam yine ulaşamayacaktım ona. Hızlanmayı denedim, koştum, koşabildiğim kadar koştum.
''Bekle!'' Merdivenlerden koşarak indiğim sırada nefes nefeseydim, olduğum yerde kaldım. Bir sağa baktım, bir sola. Okulun çıkış katındaydık, ve koridorda ona dair hiçbir iz yoktu. Hızla bahçeye ilerledim. Etrafıma bakınarak bahçeden geçtiğimde okulun çıkış kapısında buldum kendimi. Ne aşağı giden yoldaydı, ne yukarı giden yolda. Resmen yok olmuştu, resmen bir pencereden uçmuş gitmişti sanki. Ne bir iz vardı ona dair, ne kendisi ortadaydı. Nefes nefese okula doğru ilerlediğim sırada Burak ve Mert'in yanında yaklaşık on kişiyle birlikte dışarı çıktıklarını gördüm. Hala konuşuyorlardı, neler yapabileceklerinden bahsediyorlardı. Telaşla onlara doğru ilerledim, beni gördükleri anda kaşlarını çattı Mert,
''İyi misin sen? Kıpkırmızısın.'' Başımı hayır der gibi salladım,
''Sizinle... konuşmam lazım...'' Saniyeler sonra gruptan ayrılmış üçümüz başbaşa okulun bahçesinin bir köşesinde öylece dikiliyorduk ayakta.
''Konferans salonundayken, onu gördüm...''
''Kimi?'' diye sordu Burak heyecanlı bir hikaye dinliyormuşçasına,
''Şu bahsettiğim çocuk. Onur'un düşmanı olduğunu söyleyen. Peşinden koştum...''
''Zeynep sen ne zaman akıllanacaksın!? Allah aşkına yanı başındaydık! Neden bize haber vermedin!'' Mert'e hak verircesine başımı salladım,
''Biliyorum... Haklısın... Sadece, o an onu gözden kaçırmak istemedim. Peşinden koşmak, yetişmek istedim. Ama olmadı...'' Sinirle ellerini yüzüne götürdü Mert.
''Adamı elimizden kaçırdık. Aynı binadaydık, aynı salondaydık, bir bağırsan tüm okul peşinde olacaktı! Bir bağırsan kapıya yığılır çıkmasına izin vermezdik Zeynep.''
''Abi tamam,'' diye mırıldandı Burak, ''olan olmuş. Büyütmeye gerek yok.''
''Haklı...'' Sesim hafif bir fısıltı gibi çıkıp giderken derin bir nefes aldım. Haklıydı, elimizden kaçırmıştık. Benim yüzümden...
''Oradaydı. İçimizdeydi. Yanımızdaydı. Her şeyi dinledi, her şeyi duydu. Umarım içine biraz da olsa korku salabilmişizdir. O küçük beyninin içinde biraz da olsun düşünmüştür bunlar beni sike-''
''Abi...''
''Bir şey söyleyeceğim,'' diye mırıldandım hafif bir aydınlanmayla yüzlerine bakarak. Kaşlarını çattı Mert.
''Güvenlik kameraları düzeldi mi? Tarif ettiğimde kim olduğunu anlamadınız. Eğer kameralar düzeldiyse tüm kameralarda görünmüş demektir.'' Bu sefer yüzü aydınlanan sadece ben olmadım.
''Kameralar!'' dedi Burak yerçekimini keşfetmişçesine.
''Düzeltilmiş olması gerekiyor, konferans salonunda bile ne yaptığını, neyi dinlediğini görebiliriz. Hatta görüntülerde senden kaçtığı görünüyorsa... bu kanıt bile olabilir bize. Yürüyün...'' Mert harekete geçtiğinde peşinden ilerlediğimiz sırada yavaşlayıp ona yetişmemizi sağladı, sonra başını yavaşça bana doğru çevirdi.
''Söylediklerim için özür dilerim Zeynep.'' diye mırıldandı.
''Önemli değil, haklıydın...''
''Haklı olsam bile söylememeliydim. Biz Mahşerin Dört Atlısı'yız,'' dedi gülerek, ''birbirimizi kırmamalıyız.'' Gülümsedim. Birlikte okul merdivenlerine yöneldiğimiz sırada çalan telefonumla birlikte telefonuma bakmadan onlara başımla okulu işaret ettim,
''Siz gidin. Annem arıyordur, ben gelirim.''
''Biz yokken kendi başına dünyayı kurtarmaya çalışma!'' dedi Burak gülerek. Gülümseyerek telefonumu çıkardım onlar içeri girerken. Telefonumun ekranında isim değil sadece numara yazmasıyla birlikte kaşlarımı çattım. Kimdi bu? Telefonu açıp kulağıma dayadığım gibi okulun karşısındaki duvara doğru ilerledim.
''Alo?'' Ses yoktu. Duvara yaslandığım sırada derin bir nefes alma sesi duydum.
''Kimsiniz? Eğer...'' derken sözüm kesildi o tanıdık sesle,
''Benim.'' Kalbimin durduğu, donakaldığım o birkaç saniyede nefes almadan öylece bekledim. Sesini duyduğum anda hayatımda ilk defa dünya benim etrafımda dönüyormuş gibi hissettim. Öyle hızlı döndü ki dünyam, yörüngeden çıktık sanki.
''Onur!'' Sesim öyle heyecanlı çıktı ki, öyle bağıra bağıra Onur dedim ki neredeyse biraz sonra tüm okul buraya yığılacaktı.
''Ben... sesinizi duymak istedim...'' Dudaklarım yukarı doğru kıvrıldı o an. Beni aramıştı, beni. Sesimizi değil, sesimi duymak istemişti.
''İyi misin?'' dedim telaşla,
''Sen iyi misin?'' dedi bir kez daha, bu konuşmayı ikinci yaşayışımızdı. Sanki bu dünyada onun iyi olup olmaması cevabı olan bir soru değildi. Sanki önemli olan tek şey benim iyi olmamdı.
''İyi olmaya çalışıyoruz. Onur... sana söz veriyorum, orada çok fazla kalmayacaksın. Senin için baban da biz de elimizden geleni yapıyoruz. Ve tüm okul... Hepsi aranızdaki bağı yeni anlayabilmiş gibi arkanda. Ne biz bu işin peşini bırakacağız, ne onlar. Ve sen de pes etmeyeceksin. Değil mi?'' Sessizlik. Upuzun, büyük bir sessizlik oluştu o an aramızda. Birdenbire sustu, ne o bir şey söyledi, ne ben. Sanki biraz konuşmaya, biraz susmaya ihtiyacı vardı benimle. Bazı insanlar, bazı insanlarla sadece konuşmayı değil susmayı da severdi...
''Sen... beni nasıl aradın?'' Sorum cevapsız kaldığında duvara iyice yaslandım, yere doğru eğilip arkam duvarda oturdum kaldırımın üstüne.
O nefes aldı, ben nefes aldım. O nefesini verdi, ben verdim. O sustu, ben sustum dakikalarca. O an öyle garipti ki, sanki ayrı ayrı yerlerde değildik. Ayrı ayrı yerlerde olan insanlar birbirlerini özler konuşurdu. Oysa biz susuyorduk birlikte, sanki uzağımda değildi Onur... Sanki yanımda gibiydi.
Birden, dudaklarının aralandığını duydum, konuşmaya başladı o dağılmış ama hala sert çıkan sesiyle.
''Beş yaşındaydım.'' diye girdi cümleye, ''annem ölmeden birkaç ay önce. Çok net hatırlıyorum. İnsan acı çektiği günleri unutamıyor sanırım, bebekliğini bile. Mert ve Burak'la o zamanlar da tanışıyorduk. Bebekliğimizden beri. Aynı sitede oturuyorduk, aynı parkta oynuyorduk her gün. Bir gün onları parkta gördüğümde ikisinin de bileklerinde siyah birer bileklik vardı. Kaşlarımı çattım, kızdım. İkisinin de aynı tür bileklikleri vardı, onlara yeni alınmıştı ve benim yoktu. Önce kızdım, bebek aklıyla bilekliklerini almaya çalıştım. Vermediler, Burak'ı çok net hatırlıyorum 'Superman'im oğlum ben!' diye ağlıyordu. Burak'ın bilekliğinde Superman simgesi, Mert'in bilekliğinde Batman simgesi vardı. Anneleri birlikte almışlardı onlara. Öyle üzülmüştüm ki eve döndüğümde anneme hiçbir şey anlatmadan saatlerce ağlamıştım. En sonunda konuşmaya karar verdiğimde durumu anlattım. Benim gözümde ikisi de süper kahraman olmuştu artık, ben olamamıştım. En iyi süper kahramanları kapmışlardı, ben kapamamıştım. Çok üzgündüm Zeynep. Düşünsene, hayatım yıkılmıştı resmen, nasıl süper kahraman olamazdım.'' Hafifçe güldü kendi söylediğine, ben de bir yandan gülüyor bir yandan anlam vermeye çalışıyordum, sonra devam etti,
''Sonra annem üstümü değiştirdi, beni hazırladı. Birlikte dışarı çıktık. Yaklaşık yarım saat sonra bir aksesuar mağazasındaydık. Bana hiçbir şey söylemeden bir bileklik aldı, mağazadan çıktık. O gün birlikte o mağazanın önündeki kaldırıma oturduk, karşısına aldı beni. O bilekliği minik bileğime taktı. Oysa ben memnun değildim. Üzerinde bir ağaç simgesi vardı, ben süper kahraman olmak istiyordum. Ağaç olmak istemiyordum. Çıkarmak istedim, ağladım. Sonra annem bana o ağacın hikayesini anlattı. O bir yaşam ağacıydı... Efsanelere göre insanlara ölümsüzlük veren, ölümün tek çaresi, yıkılmayan ağaç... Kendi bilekliğini gösterdi bana. Mor bir gezegenin üzerine işlenmiş bir yaşamk ağacı vardı onun bilekliğinde. Bana dedi ki, 'Ben senin nabzının üzerine bir süper kahraman simgesi bırakabilirdim minik aşkım. Süperman olurdun, Batman olurdun, sen de herkes gibi olurdun. Oysa ben, senin bileğine bir yaşam ağacı bırakıyorum. Hayatın ta kendisi ol diye. Hayat, her zaman bir yolunu bulup yeşerir. Senin hayatın, her yapraklarını döktüğünde, her karanlıkta kaldığında, dalların her kırıldığında bir yolunu bulup yeşerecek. Senin süper gücün, küllerinden yeniden doğmak olacak. Annen gibi...' O günden beri o bilekliğin simgesini taşıyorum bileğimde, ipini defalarca değiştirdim, oysa simgeye hiçbir şey olmadı. Burak da, Mert de. Onlar hala süper kahraman, ben hala hayat ağacı...''
''Annen gibi...'' diye mırıldandım gözlerim dolu dolu. Derin bir nefes aldı,
''Annem gibi...'' Kısa bir sessizliğin ardından konuşmaya devam etti, ''Bilekliğimi aldılar. Annemin bilekliğini de. Burada yanımda hiçbir şeyin kalmasına izin vermiyorlar... Sana bunu bu yüzden anlattım, onları gidip alıp benim için saklar mısın...'' Öyle güçsüz bir isteği vardı ki kalbimin bir köşesinin acıdığını hissettim o an. Burnumu çektim,
''Tabi ki alırım. Bugün gidip alacağım, saklayacağım. Merak etme, bende güvende olacaklar. Birkaç gün sonra çıktığında da geri alacaksın onları. Güven bana.'' Derin bir nefes daha aldı,
''Artık kapatmak zorundayım. Herkes iyi mi?''
''İyi, iyiyiz. Baban da iyi, Mert, Burak... ben... Sen de iyi olacaksın.''
''Sürem bitiyor. Yine aramaya çalışacağım...''
''Görüşürüz.'' diye mırıldandım gözlerimden bir damla yaş akarken. Telefonu kapatmadı, kapatamadı. Öylece sustu. Sesi titriyordu. Sesim titriyordu. Daha hiçbir şey söylemeden, söylemesine gerek olmadan gözyaşları süzülmeye başladı yanağımdan. Titrek bir nefes aldığım sırada tek bir cümle söyledi içimi ısıtan. Ağır ağır konuştu, fısıldadı adeta, oysa onun sessizliği benim içimin en büyük gürültüsüydü,''Mahkemede... çok güzeldin...'' İçime doğan güneş, kalbimi titretiyordu. Bu titreyiş, mutluluk titreyişi değildi. Benim içim titriyordu, çünkü o an kalbimde varlığından emin olamadığım şeyler belirmişti. Bazı hisler, genlerime işledi o an o cümleyle. Onur'u çıkarmak zorundaydık, Onur'u kurtarmak zorundaydık. Çünkü artık, onun o duvarlar arasında kalması sadece onu değil beni de mahvedecekti. Çünkü artık, içimde sadece kendi kalbimi değil, onun kalbini de taşıyordum. Bir yaşam ağacı, dört duvar arasına hapsedilemezdi, güneş görmek zorundaydı...
''Hoşça kal Zeynep... İyi ol.''
''İyi olmamı istiyorsun önce sen iyi olacaksın Onur. Görüşürüz, ve görüşeceğiz.''
Telefon kapandığı anda dudaklarımın arasından çıkan hıçkırıklar içimin acısını yansıtıyordu. Sanki kalbimin her yeri ufak ufak çizilmişti sivri bir kalemle. İçimde bir savaş vardı şimdi, binalar yıkılıyor, hislerim enkaz altında kalıyordu. Bir sokağa girmiştim sanki, önünden geçtiğim her ev yıkılıyordu...
Burak ve Mert'i okulun kapısında gördüğümde, beni gördükleri an şoka girdiklerinde hızla yanıbaşımda buldular kendilerini.
''Ne oldu yine Allah kahretmesin iki dakika yalnız bırakıyoruz kaos çıkıyor!'' Burak yanıma eğilip elleriyle gözyaşlarımı silerken yüzlerine bakmaya çalıştım.
''Aradı...'' diye mırıldandım titreyen sesimle, ''Onur...'' Şoka girdiler. Dehşet içinde Mert telefonum kapıp son aramalara girdiğinde durumu anlatıyordum,
''Sanırım süreli olarak arama hakkı verilmiş. Beni aradı, sizi sordu. Bilekliklerini almamı, saklamamı istedi... İyi değildi, sesi o kadar üzgün geliyordu ki... Mert yalvarırım onu oradan çıkaralım. Yalvarırım bunu kabullenmesine izin vermeyelim.'' Mert aynı numarayı arayıp telefonu kulağına dayadığında Burak gözyaşlarımı silmekle meşguldü.
''İyi günler, ben Onur Zorlu'yla görüşmek istiyorum. Az önce arkadaşımla görüşmüş. Bir şeyler yapamaz mısınız? Bakın gerçekten acil bir durum. Peki, yarın aynı hakkı olacak mı? Kimle görüşmemiz gerekiyor? Anladım... Tamam, teşekkürler. İyi günler.'' Mert konuşmasını bitirip bize döndü.
''Birkaç günde bir böyle bir hakları oluyormuş, şuan görüşmeniz imkansız dedi. Çok mu kötüydü? Neler yaşadığını anlattı mı?''
''Hayır, sadece bileklikleri almamı istedi... Sizi sordu... Ama sesinden belliydi. Onu oradan çıkarmak zorundayız. Böylece bekleyemeyiz!''
''Beklemeyeceğiz,'' dedi Mert, ''Çok daha büyük bir şeyler var Zeynep. Kameralar bir kez daha imha edilmiş, yine hiçbir görüntü yok. Erhan Amca delirdi, birazdan bir ekip gelecek kameraları incelemeye. Tüm bunlar basit bir düşman hikayesi olamaz. Bu çok büyük bir oyun. Ve biz pes etmeyeceğiz. Onur gidip kendi ağzıyla her şeyi ben yaptım dese bile pes etmeyeceğiz, orada onun için savaşacağız.''
Onur'un annesinin dediği gibi, hayat her zaman bir yolunu bulup yeşerirdi. Onur'un hayatı, her yapraklarını döktüğünde, her karanlıkta kaldığında, dalları her kırıldığında bir yolunu bulup yeşerecekti, ve o ağacı güneşe çıkaran biz olacaktık. Ne de olsa onun süper gücü küllerinden yeniden doğmaktı, değil mi? Annesi gibi...
***
Bu bölüm ve bir sonraki bölüm için fırtına öncesi sessizlik diyebilirim. Çünkü 42.bölümle tam olarak ''fırtına'' bölümlerimiz başlıyor olacak. Ondan itibaren çok seveceğinize emin olduğum ''büyük'' şeyler okuyacağız. Patlama yapacağız diyebilirim bir nevi :') Aslında 1-2 gündür büyük sorunlar yaşıyorum. Bölüm yazma gibi bir düşüncem de yazmaya halim de yoktu, açık açık anlatamayacağım bazı kitap problemleri diyeyim, bunun dışında özel hayatımla ilgili de kafama taktığım bir şeyler var, belki bir gün benim yaşadıklarımı da hikaye olarak okursunuz kim bilir :') Umarım bu zor günleri desteğinizle atlatabilirim. Bana destek olabileceğiniz tek konuyu biliyorsunuz, sadece oylarınız ve yorumlarınızla bile kendimi mutlu hissedeceğim. Bu arada, birkaç bölüm içinde bu bölümde bahsettiğim şu meşhur bileklikleri çekilişle size hediye etmemi ister misiniiz?^^ Yorumlarınızı bekliyorum, görüşmek üzere. /
Instagram : beyzalkoc
N1oԯ
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Karantina Serisi
Teen Fiction''Birlikte belanın içine batabileceğimiz kadar battık. Ve şimdi, seni bırakmayacağım... Benimle misin?'' --- Zeynep, kendini yeni okuluna başladığı ilk gün bir felaketin ortasında buldu. Okulu, salgın bir hastalık nedeniyle karantina altına alındı...