28.Bölüm : Perde Kapanıyor, Oyun Bitti...

720K 39.3K 4.2K
                                    

Bölümümüz hazır, tek ricam lütfen okuyan herkes oy versin, ve yorum yapsın^^ En azından kaç kişilik bir aile olduğumuzu görmek istiyorum :3 Yeni bölüm de 1-2 gün içinde gelecek :') Not kapak için Defneci'ye çooook teşekkürler^^



KARANTİNA

28.Bölüm : Perde Kapanıyor, Oyun Bitti...


Onur marketten dönene kadar eve sessizlik hakimdi. Üçümüzün de düşündüğü şey Onur'un olası hastalığıydı. Konuşmasak da biliyordum bunu. Eğer her insan düşünürken tepesinde The Sims oyununda olduğu gibi düşünme balonları çıksaydı şuan üçümüzün de düşünme balonları aynı şeyi gösterirdi : Onur Zorlu. Kapının anahtar deliğinde bir hareket duyduğumuzda heyecanla başımı kapıya doğru çevirdim. Sanki bu sırrı Mert ve Burak'la paylaşmış olmak beni Onur'a karşı rahatlatmıştı. Sanki onlara bu sırrı anlatmış olmak, Onur'un hastalığını iyileştirmek için attığım ilk adımdı. Bu sırrı onlara anlatmış olmak, Onur'u daha az suçlu kılmıştı.

Beni gördüğü an hafifçe gülümsediğini gördüm. Gülüşünü saklamaya çalışıyor gibiydi. Elinde iki poşet dolusu yiyecekle önce hiçbir şey söylemeden mutfağa girdi. Poşetleri mutfağa bıraktıktan sonra çıktı, yanımıza geldi.

''Ne aldın?'' diye sordu Burak, Burak'ın yüzünde acı çeken bir ifade vardı. Hadi ama! Neredeyse ağlayarak Onur'a sarılacak!

''İhtiyaç duyacağımız her şeyi... Soğuk pizza da aldım, bu akşam için...'' derken gözleri benim üzerimdeydi. Sanki bana bir şeyler söylemek istiyordu. Mert anında ayağa kalktı,

''Kalk Burak. Zeynep yeni yeni kendine geliyor, Onur da dışarıdan geldi ; pizzaları da biz hazırlayalım.''

Burak söylene söylene kalktı, birlikte mutfağa girdiklerinde Onur tereddütle bana baktı. Gözlerimi ona çevirdim. Gözlerini kaçırdı.

''Bir şey mi söyleyeceksin?'' diye sordum merakla. Yutkunduğunu gördüm. Yüzünün sert hatlarını inceleme fırsatı buldum o üç saniyede. Kızıla dönük sakalları, kızıla dönük kahve saçları, elmacık kemikleri, kemikli yüzü... İç çektim.

''İyi misin?'' diye sordu, bunu mu söyleyecekti? Başımı salladım.

''İyiyim... Sen?'' Harika, konuşmamız otuz beş yıllık evli çiftlerin konuşacak bir şey bulamamış haline döndü. Onur tereddütle başını kaldırdı. Elini boynuna götürüp başıyla mutfağın tam karşısındaki kapıyı gösterdi.

''İki dakika gelsene...'' Kaşlarımı çattım. Onur hiçbir şey söylemeden o odanın kapısını açıp kapıyı içeri girmem için tutarken kafa karışıklığıyla kalktım, odaya girdim. Burası eskimiş, antika eşyalarla dolu, gösterişli bir yatak odasıydı. Onur Zorlu beni yatak odasına mı çağırdı!? Altın renginde, antika makyaj masası, kocaman makyaj aynası, kahverengi başlıklı büyük bir yatak... Odanın her yerinde kırlentler, danteller... 90'lı yıllardan fırlama olduğu o kadar belli ki tüm eşyaların. Onur odayı heyecanla süzüşüme güldü,

''Annemle babamın... eski odası...'' diye mırıldandı yavaşça iç çekerek. Şok içinde baktım ona. Annesi hakkında her konu açıldığında kızan, konuşturmayan Onur beni annesiyle babasının eski yatak odasına mı sokmuştu? Başımı çevirip makyaj masasında duran masaüstü çerçeveye baktım, içindeki siyah beyaz fotoğrafa... Cesaretle fotoğrafa dokundum, çerçeveyi elime aldım. Hiçbir şey demedi. Ellerimin arasında Onur'un hayatını tutuyor gibiydim. Annesi, kızıl saçlı, uzun boylu, İngiliz filmlerinden fırlama gibi görünen bir kadındı. Sanırım gördüğüm en güzel kadınlardan biri... Annesi ve babası ayakta duruyorlardı, çok mutlu görünüyorlardı. Ve kucaklarında havucu andıran turuncu saçlı minik bir bebek duruyordu. Onur... Gülümseyerek fotoğrafı havaya kaldırdım, Onur'un tam yüzünün yanına doğru tuttum.

''Hiç değişmemişsin.'' diye mırıldandım, gülümsedi.

''Ruhum değişti.'' Sessizce dudaklarının arasından çıkan bu iki kelimeyle birlikte yutkundum. Fotoğrafı masaya bıraktım. Elim fotoğrafın yanında duran küçük masaüstü sandığa gitti. Sandığın kapağını yavaşça kaldırdım, içi mektup zarflarıyla doluydu. Kaşlarımı çattım.

''Bunlar ne?''

''Annemin babama yazdığı mektuplar. Biraz, Juliet'ten Romeo'ya gibi yazılmışlar... Annem İngiliz Dili ve Edebiyatı mezunuydu. Babam da öyle. Okulda yapılan yarışmada tüm o sözleri nereden bildiğimi sormuştun ya, ben Juliet ve Romeo'nun çocuğuyum.'' Bu cümleyi gülerek kurması beni o kadar şaşırttı ki başımı kaldırdım.

''Onur...'' dedim, ''benimle annen hakkında konuşmuyordun bile... Şimdi bana odasını gösteriyorsun? Onun hakkında bir şeyler anlatıyorsun...'' Cevap vermeden elini uzattı. Sandıktan mektupları çıkardı, yatağa oturdu. Ben oturmakta tereddüt edince başını kaldırdı.

''Gel.'' dedi. Derin bir nefes alıp iki adım attım, yatağa, tam yanına oturdum. Mektupları yatağa dizdi.

''Seç,'' dedi. Bir yüzüne baktım, bir mektuplara. Elimi uzattım, en ortada duran zarfı aldım, açtım. Sapsarı olmuş bir kağıt çıktı içinden. Kağıdı titreyen ellerimle açtım. Okumaya başladım,

''Sevgili Beyefendi...'' Girişi okur okumaz yüzümde bir gülümseme belirdi. Onur'un da gülümsediğini gördüm o an. Bu, en naif aşk mektuplarının başlangıç cümlesiydi.

''Sevgili Beyefendi, yapmayın... Biliyorum, amacınız bana eziyet çektirmek. Size aşık olmak istemediğimi biliyorsunuz, ve bu kadar güzel kokarak oynuyorsunuz benimle. Günah değil mi bu kadar güzel kokmak? Yazık değil mi size ulaşamayacak bedenime bu eziyet? Ayağa kalkıyorum uzaklaşmaya çalışıyorum, peşimden geliyorsunuz. Yanımdan geçip kokunuzu üstümde bırakıyorsunuz. Hiç düşünmüyor musunuz üstümdekini yıkamak yerine gecelerce koklayacağımı? Yeni bir güne başlıyorum, yeni kararlar alıyorum, bitti diyorum, bitti. O yok artık. Onu unutacağım diyorum. Sonra siz geliyorsunuz. Haddinizden güzel bakıyorsunuz, fazla güzel kokuyorsunuz, gülüşünüzde ilahi bir güzellik var. Yapmayın, diye yalvarıyorum içimden, bırakın sizsiz nefes alabileyim diyorum, bırakın nefes aldıkça gelmesin kokunuz burnuma, siz olmadan da nefes alabileyim, küçük bir çocuğun bisiklet sürerken arkasından tutulmasını istemediği gibi. Pekala diyorsunuz, gidiyorsunuz, ama kokunuz kalıyor... Esansını bilmediğim bu kokunun sahibine sevgilerle... Bir gün, o kokunun has sahibi olmak dileğiyle.''

Başımı kaldırıp bu mükemmel mektubun sahibinin oğluna baktım. Bu mektupta yazan bu muhteşem aşkın meyvesine baktım. Onur'a baktım. Elimden yavaşça mektubu alıp diğer zarfları gösterdi,

''Seç.'' dedi, ''iki hakkın kaldı.'' Kaşlarımı çattım.

''Ne iki hakkı?''

''Seç.'' dedi yalnızca. Sessizce elimi uzattım, rastgele bir zarf daha seçtim. İçinden eskimiş pembe bir kağıt çıktı. Okumaya başladım.

''Sevgili Beyefendi, bugün eliniz elime değdi... Siz farkında olmasanız da, o güzel ellerinizden biri bugün elime çarpıp geçti. Canım yanmadı, kalbim yandı. Kalbim öyle ısındı ki bundan böyle en kara kış uğrasa ruhuma, yine de soğumaz kalbim. Artık üşümek yok, kış mevsimi yalan, eliniz bana sonsuz yazı bahşetti... Mart'ın ortasında denize gitmeye hazırlanıyor ruhum. Görüyor musunuz, bir eliniz bana olmayan mevsimleri vaat etti... Kışımı yaza çeviren ellerin sahibine sevgilerle. Bir gün o ellerin yanlışlıkla çarptığı değil, bilerek tuttuğu ellerin sahibi olmak dileğiyle.''

Mektubun güzelliğiyle nutkum tutulmuşken Onur onu da elimden alıp zarfına koyarken beynimin içinde annesinin o müthiş cümleleri geçiyordu.

''Seç,'' dedi bir kez daha, ''son hakkın.'' Ne hakkından bahsettiği hakkında hiçbir fikrim yoktu. Ama yine de ona uydum. Elimi uzattım, bir başka zarfı seçtim.

Zarfı açarken bu sefer garip bir şey oldu. Zarftan mektubu çıkarmaya çalıştığım sırada içinden yatağa bir şey düştü. Kaşlarımı çatarak elimi uzattım, ve yatağa düşen şeyin bir bileklik olduğunu anladım. Eskimiş, ama muhteşem görünün bir bileklik... Kahverengi ipin tam ortasında yuvarlak bir hayat ağacı simgesi vardı. Bilekliği elime aldığımda Onur'un büyülenmiş gibi baktığını gördüm.

''Kazandın...'' diye mırıldandığında başımı kaldırıp ona baktım.

''Ne?''

''Yirmi mektup var. Sadece bir tanesinin içinde mektup dışında bir şey vardı. Sana üç hak verdim. Üç hak içinde bu bilekliği bulabilseydin, senin olacaktı... Ve buldun.'' Şok içinde bir ona bir bu elimde duran muhteşem bilekliğe baktım. Arkasındaki mor, mavi evren sembolü gibi gökyüzü dizaynı, üstündeki hayat ağacı resmi... Hayatımda gördüğüm en etkileyici bilekliği tutuyordum elimde.

''Ama... bu... annenin...'' diyebildim zar zor.

''Artık senin.'' Sonra hemen düzeltti,

''Sakın yanlış yorumlama.... Daha önce okulda sana söyledim, sana aşık değilim ve asla olmayacağım. Ama artık yaşadığım bu tramvayı atlatmam gerekiyor. Artık annemi özgür bırakmam gerekiyor. Yaşadığı sürece bu bilekliği taktı. Öldükten sonra bu bilekliği ben aldım, sakladım. Sonra bu mektupları bulduğumda, hepsini okuduğumda bir zarfın içine sakladım onu... Ama şimdi anlıyorum ki, bu bileklik annemin ruhunu taşıyor. Ve annemin ruhunu bir mektup zarfının içine hapsetmek istemiyorum. Bu bileklik atmaya devam eden bir nabzın üstünde durmalı.'' İnanamıyor gibi baktım ona.

''Neden ben?'' diye sordum şok içinde. Tek bir cümle çıktı ağzından,

''Çünkü senin kalbin tertemiz atıyor...'' Gözlerim gözlerinde takılı kaldı, elim bileklikte... Hiçbir şey söyleyemeyerek nutkum tutulmuş bir şekilde yüzüne baktığım sıradan kapının dışından Burak'ın sesi duyuldu,

''Müsait misiniz?'' Tam da esprinin zamanıydı!

''Yemek hazır da... giyinip gelin.'' Gözlerimi devirip elimdeki bilekliği sıkıca tuttum.

''Hadi git, mektupları yerlerine koyup geliyorum.'' Başımı salladım. Elimde bileklikle birlikte odadan çıktım. Burak çoktan kapıdan ayrılıp mutfağa dönmüştü. Mutfağa girmeden öylece durup bilekliği bileğime taktım. Hayat ağacı kısmını tam olarak nabzıma denk getirdim. Olmuştu işte... Onur'un annesinin ruhunun kalbi, benim bedenimde atıyordu şimdi... Onur peşimden çıktığında birlikte mutfağa girdik.

''Çabuk giyinmişsiniz,'' Bu sefer cümleyi kuran Mert oldu. Gözlerimi devirdim.

''Sen de mi Mert ya!'' Birbirlerine güldükleri sırada masaya oturdum. Onlar da masaya geçtiklerinde Onur'un gözleri bileğimdeki bileklikteydi. Derin bir iç çekti, sanki rahatlamış gibi. Dikkatimi dağıtıp pizzamdan bir dilim aldım. Pizzaları kısa süren bir sessizlikte yemeye devam ettiğimiz sırada garip bir şey oldu...

''Pizza güzelmiş abi ya! İlk defa güzel bir soğuk pizza yiyorum. Onur, hangi marketten aldın bunları?'' Burak'ın sorusuyla birlikte Onur kaşlarını çattı hiçbir şey anlamamış gibi. Üçümüz de bir cevap bekleyerek ona bakarken kafası karışmış gibiydi.

''Ne marketi?''

''Market işte... Gidip bunları aldığın market...'' Onur'un kaşları daha çok çatıldı.

''Ben... markete gitmedim ki.'' Yutkundum. Gözlerim Burak ve Mert'le buluştuğunda ikisinin de endişesini gördüm.

''B-başka bir yerden mi aldın?'' diye sordum telaşla. Onur anlamıyormuş gibi baktı yüzüme,

''Bunları ben almadım ki.'' Kalbimin hızının yedi yüz elli katına çıktığını hissettim o an. Unutmuş muydu? UNUTMUŞ MUYDU?

''Ama... hani Zeynep uyuyunca çıktın, ve bunlarla döndün ya az önce...'' Burak'ın kurduğu cümle Onur'un tüm moralini alt üst etmiş gibiydi.

''Dalga mı geçiyorsunuz benimle?'' dedi sertçe, ''geldiğimizden beri evden çıkmadım.'' Delirmek üzereydim. İçimde bir yer o notlara asla ve asla inanmıyordu, ama şuan, şu durum resmen hepsini kanıtlar nitelikteydi. Markete gittiğini unutmuştu. Az önce geldiği yeri unutmuştu.

''Ben aldım.'' dedi Mert bir anda, başımı ona çevirdiğimde bana göz kırptı, ama endişeden yıkılıyordu, ''siz karıştırdınız. Onur evdeydi, ben gidip aldım geldim.'' Onur'un kafasını karıştırmak istemediği belliydi. Onur rahatlamış gibi başını sallayınca titrek bir nefes bıraktım ağzımdan. Burak ağlamak üzere gibiydi.

''Evet, şimdi hatırladım... Mert gitmişti...'' diye mırıldandım yutkunarak.

Yemeğin geri kalanı öyle sessiz öyle gergindi ki. Onur'un da garip bir şey olduğunu hissettiğini fark ediyordum. Başını bile kaldırmadan yedi yemeğini. Burak berbat haldeydi, sanırım aramızdaki en güçsüzü oydu. Her an Onur'a sarılıp ağlamaya başlayabilirdi. Mert de en güçlümüzdü sanki. Olayı hemen toparlamıştı. Ben... Ben ne güçlüydüm, ne güçsüz. Ağlamazdım belki, ama gerçek gözlerime gösterile gösterile yaşanırken yere yığılıp kalabilirdim. Hiç kıpırdamadan. Hiç konuşmadan. Hiç duymadan. Hiç görmeden.

Yemek devam ederken birdenbire, az önce olan olaydan çok, çok daha garip bir olay oldu... Duyduğum sesle birlikte başımı şok içinde kaldırdım. Dışarıdan olabilecek en yüksek seste polis siren sesleri geliyordu! Kalp atış hızım yedi katına çıktığında dördümüzün de aynı durumda olduğunu gördüm. Korkuyla ayağa kalktığımda Onur'un telefonu çalmaya başladı. Onur dehşet içinde bir bize, bir telefon ekranına baktı.

''Babam...'' dedi.

''Çabuk aç! Hoparlörü aç!'' Mert'in kurduğu cümleyle birlikte Onur telefonunun hoparlörünü açar açmaz babasının aramasına cevap verdi,

''Baba?''

''Onur... oğlum... biz mahvolduk...''

O an Rönesans döneminde resmedilmiş dehşet tablolarından birinin hayat bulmuş halini yaşıyorduk. Ben, Onur, Burak ve Mert... Mahşerin Dört Atlısı... Bir şekilde sonumuzun yaklaştığını yaklaşan siren sesinden anlıyorduk. Yine de içimde bir umut siren seslerinin çevredeki başka bir ev için geliyor olduğunu söylese de bir anda sustu tüm sesler. İçimdeki umut büyüdü, büyüdü ve kapının çalışıyla o umut patlayıp söndü.

''Ne oldu?'' diye sordu Onur fısıltıyla. Tam o an, siren sesleri kapının tam önünde sustu. Kapı çaldı, Onur'un elindeki telefon yere düştü, aynı anda kapıya dönüşümüz bir oldu. Bunca şey yaşadık, bunca şeye şahit olduk, upuzun yollardan geçtik, korktuk, dehşete düştük, şoka girdik. Ama şuan, şu saniye, her şeyin, hepsinin zirvesi.

Sanki bir cinayet filminin son sahnesini çekiyoruz. Bir korku tiyatrosunun son perdesi açılıyor, perde açıldığı gibi kapanacak. Çünkü anlıyorum, sonumuz geldi. Bir daha hiç başlamayacak bir başlangıcın sonuna geldik. Seyirciler ayakta, perde kapanıyor, oyun bitti.

''Bittik biz...'' Burak'ın dudaklarının arasından çıkan bu cümle, bizim hikayemizin, Mahşerin Dört Atlısı'nın hikayesinin özetiydi.


---

Yorumlarınızı ve oylarınızı bekliyorum^^

İletişim :

Instagram : beyzalkoc
Snapchat : beyzaalkoc

Twitter : beyzaalkoc


Karantina SerisiHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin