Vizelerim yeni bittiği için bölümü anca yazabildim, umarım seversiniz^^ Artık daha düzenli bir şekilde bölüm atmaya çalışacağımdan emin olabilirsiniz :') Bu arada Instagram hesabımda artık sadece özel paylaşımlar değil kitaplarımla, Karantina'yla ilgili de paylaşımlar yapmaya başlayacağım, takip ederseniz çok çok sevinirim :') Kullanıcı adım beyzalkoc, yeni bölümde görüşmek üzere!^^ Not : Video için Instagram adıyla thealselworld'e teşekkürler :3
33.Bölüm : Bir Savaşın Başlangıcı
Siz hiç, bir savaşın başlama seslerini duydunuz mu? Yüzlerce askerin birbirleri üzerine koşuşu, ayak sesleri... Atların her birinin dört nala koşuşlarının sarsılış sesleri, taşların devrilişi, kumların sağa sola yığılışı, insan derisinin kesiliş sesleri... Savaşın gerçek sesleri bunlar mıdır? Kılıç, kesik, vuruş, yıkılış, dökülüş, bunlar mıdır savaşın sesleri? Bir savaşın seslerini duymak istiyorsanız, kulaklarınızı savaş alanına değil ; savaşanların ardında kalanlara vermeniz gerekir. Arda kalanların çığlıkları, ağlayışlarıdır esas savaşın sesleri. Bir at ayağında gizli değildir savaş, acı bir çığlıkta gizlidir. Benim içimde tuttuğum, asla koyvermeyeceğim o acı çığlıkta gizli. Bu görüntü ne, biliyor musunuz? Bu görüntü bir savaşa davet mektubu... Notları yazan her kimse, Onur'un durumunu bilen her kimse, işte o insan bugün bizim buraya gelmemize sebep olan bu görüntüleri ortaya çıkarak insan. Onur'a bağıra bağıra sen katilsin demek isteyen, bunun yerine onu bu görüntüyle göz göze getiren insan. Hastalığını bile bile onu süründürmek isteyen, ve bunları yaptığını inkar edeceğine emin olan, onu delirtmek için elinden geleni yapan, inkarı sonucunda Onur'un onunla bir onur savaşına gireceğini bilen insan! Duydunuz, söyledim... Bu bir mektup, bir savaşa davet mektubu... Yazılmamış, ama kafamda çoktan oluşmuş bir mektup, *Sevgili düşman safların kumandanları, Mahşerin Dört Atlısı ünvanını korumak için ne kadar çabaladığınızı görüyorum, oysa benim şahsi ülkemin bağımsızlığı ve size duyduğum nefretin zirveye ulaştığı gerçeği ; sizi savaşa davet etmekten başka bir çare bırakmıyor bana. Tek başıma kendi safhımda savaşmaktan yoruldum, madem bir savaş var, artık birileri ölmek zorunda... Sizi, ölmeye davet ediyorum. Sizi... ruhen ölmeye davet ediyorum.*
Başımı kaldırdım, dimdik. Her şeyi en başından beri biliyor olmanın getirdiği şaşırmamazlıkla Onur'a çevirdim başımı. Gördüğüm şeyin kelime karşılığı aynen şuydu, ''dehşet''. Onur Zorlu, yürüyen dehşete dönmüştü. Yüzündeki acı dolu ifade, yaşadığı şok, yüzündeki karmaşa. Yüzündeki ifade ben suçsuzum der gibi bağırıyor. Benim yüzümdeki ifade ise çok güçlü, bir zırh kadar... Çünkü şuanda emin olduğum tek bir şey var, ben, Onur Zorlu'nun önüne atlamam gerekse bile onu koruyacağım. Hala onu korumamız için bir şansımızın olmasının tek sebebi kameranın Onur'u arkadan çekmiş olması. Ama o gün üstünde neler olduğunu gayet iyi biliyorum, biliyoruz. Ben, Mert ve Burak. Onur'un saç rengini, kıyafetlerini, sweat'inin arkasındaki deseni bile birebir biliyoruz. İşte şansımız şu ki, bu odada bulunan başka hiç kimse bunu bilmiyor... Mahşerin dört atlısından başka.
''Tanıyabildiniz mi?'' Polislerden birinin sorusuyla müdür yardımcısına kaydı gözlerim, görmüş olabilir miydi? Günlerce karantinada kaldığımız zaman onu bir kez bile görmemiştim. Peki o Onur'u görmüş olabilir miydi?
''Benim anlamam imkansız,'' dedi müdür yardımcısı, ''2 haftadır raporluyum, o günlerde okulda değildim. Sanki... arkasından birine benzetecek gibiyim... Ama aklıma kimse gelmiyor.'' Gözlerim Mert'e kaydı, bana kaşlarını kaldırdığı an Burak söze atladı.
''Okuldaki herkesi tanırım, ama böyle birini o gün gördüğümü hatırlamıyorum. Muhtemelen okul dışından biri...'' Başımı salladım,
''Ben de görmedim hiç...'' Mert söze girdiğinde Onur yüzü kıpkırmızı bir şekilde tek eliyle sandalyeye tutundu,
''Okulda bu hırkayı giyen birini görmedim. Dışarıdan olması lazım.'' Mert'in konuşması biter bitmez elimle Onur'un kolunu tuttum, birden hafif bir sinirle kolunu çekti benden.
''Anladım, siz gidebilirsiniz çocuklar, biz görüntüyü biraz daha aydınlatmaya çalışacağız.'' Başımı salladım, aydınlatsalar bile, yüzünü görmelerinin bir imkanı yoktu. Bunu bilen sadece biz vardık, ve öyle kalacaktık... Onur'un babası görüntüleri görene kadar...
Birlikte odadan çıktığımızda herkes sessizdi, Onur da dahil. Hiçbir şey söylemedik, karakoldan çıktık, merdivenlerden sessizce indik. Karakol bahçesini hızlı adımlarla yürüdük, çıktık, ve caddeye ulaştığımızda Onur olduğu yerde kaldı. Sırayla durup ona döndüğümüzde yüzlerimize yalvaran gözlerle baktı. Dağılmıştı, bitmiş bir haldeydi.
''Size yemin ederim...'' dedi titreyen sesiyle, ''ben hiçbir şey yapmadım...'' Kıpkırmızı olmuş gözleri, alnında beliren damar, yumruk yaptığı eli, titreyen sesi... O an kendimi öyle zor tutuyordum ki, o an ona karşı o kadar şefkat doluydum ki anlatamazdım.
''Biliyorum.'' dedim, ''biliyoruz Onur... Senin suçun değil...''
''Biri benimle oyun oynuyor!'' dedi hararetle, ''bu bir oyun!'' Elimi koluna koydum,
''Onur... sana her şeyi anlatacağız... Bu senin suçun değil, bu senin hastalığının su-'' derken kolunu sertçe çekti şok içinde yüzüme bakarken,
''Onur! Kardeşim! Sakin ol!'' Mert Onur'u sakinleştirmeye çalışırken Onur dehşet içinde bakıyordu yüzümüze,
''Ne!?'' dede korkuyla, ''Ne saçmalıyorsunuz siz!? Ne hastalığı!''
''Onur, bizi bir dinle kardeşim!'' Burak elini Onur'a uzattığı sırada Onur bir adım attı geriye doğru.
''Siz delirmişsiniz! Siz de mi oyunun içindesiniz!?''
''Onur, sadece bizi bir dinle!''
''Ben hasta değilim! O görüntülerdeki ben değilim!''
''Gel, sakin bir yere gidip konuşalım, hadi... Sakinleşelim...''
''Siz... ciddi ciddi... benim yaptığımı mı düşünüyorsunuz?'' Sessizlik. Ne Burak cevap verdi, ne Mert. Gözlerim onun gözlerine kaydı, bana şok içinde bakıyordu,
''KONUŞSANIZA!'' Haykırışının ardından titreyen sesiyle bana sordu aynı soruyu, ''Zeynep?'' dedi korkuyla, ''benim yaptığımı mı düşünüyorsunuz?'' Yutkundum. Kendine gelmek zorundaydı. Durumu bilmek zorundaydı. Toparlanmak zorundaydı, başımı dikleştirdim.
''Sen yaptın Onur,'' dedim, ''bu cinayeti sen işledin.'' Gözleri üzerimizde dolaştı, yüzündeki hayalkırıklığı o kadar netti ki kalbimin içinde büyük bir sızlama hissediyordum...
''Onur, bu bir hastalık... Çocukluğunda travmatik bir olay yaşayanlarda görülen bir hastalık, seni doktora götüreceğiz. Teşhis konulacak ve iyi olacaksın. Sen de gördün, kızın yanından giden sendin... elinde bıçak olan sendin... O saçlar, kıyafetler, sana aitti... Ama bilinçli değildin, senin suçun değildi hiçbiri. İyi olacaksın, ve sana söz veriyoruz, seni koruyacağız.'' Mert Onur'a her şeyi tek tek açıklarken yüzünde bize acır gibi bakan bir ifadeyle derin bir nefes aldı, uzun uzun baktı ve son bir cümle kurdu,
''Siktirin gidin.'' Arkasını dönüp kapşonunu kafasına geçirip caddede uzaklaşırken durmadık. Peşinden gidiyorduk, elimi uzatıp kolunu tuttuğumda kolunu sertçe çekti. Onu durdurmaya benim gücüm yetmezdi, ama Burak Onur'u kollarından tutup kendine çevirdiğinde öfkeyle döndü.
''Sizi yanımda istemiyorum!'' dedi öfke kusar gibi, ''Arkamda, sağımda solumda, önümde! Sizi istemiyorum! Bana bir oyun oynanıyor, ve bana inanmak yerine oyuna dahil olmayı seçiyorsunuz. Biri bana savaş açıyor, ve siz karşı safta yer alıyorsunuz. Ben artık tek başımayım. Bunu bana kim yapıyorsa, o cinayeti kim işlediyse bulacağım. Tek başıma bulacağım. Peşimden gelirseniz kötü olur.'' Sertçe çekip gittiğinde öne doğru bir adım attım, ama Mert'in kolumu tutmasıyla durdum. Öylece bakakaldım. Gidiyordu, öfkeli, hızlı, asker adımlarıyla caddenin aşağısına doğru ilerliyordu gecenin karanlığında... Ben onu dizime yatırıp iyileşeceğini söylemek isterken o kendini savaşın ortasına atıyordu, gökyüzünden...
''Tek başına bırakmamalıyız...'' dedim gözyaşlarımın arasında,
''Yapabileceğimiz bir şey yok, yarına kadar beklemek zorundayız. Yarın okula geleceğinden eminim, katili bulmaya çalışacak.''
''Peki ne yapacağız?!'' diye sordu Burak çaresizce,
''Evlerimize gideceğiz. Sabah olmasını bekleyeceğiz. Okula gidip Onur'u bulacağız, ve tekrar konuşmayı deneyeceğiz... Yapabileceğimiz hiçbir şey yok. Onu bu duruma ikna etmek zorundayız.''
Gecenin sonrası hızla geçen dakikalar oldu. Burak ve Mert beni evime bıraktıktan sonra evlerine döndüklerinde odamda, yatağımın üstünde oturdum. Düşünmemeye çalıştıkça aklıma gözleri geldi, ben düşünmemeye çalıştıkça aklıma titreyen sesi geldi, unutmaya çalıştıkça aklıma yumruk yaptığı o eli geldi... Hayalkırıklığı, Onur'un gözlerinde gördüğüm şeyin adı buydu işte. Bize duyduğu, bu olaya duyduğu, hayata duyduğu kocaman hayalkırıklığı... Onur'un geleceğe dair kurduğu hayal, kırılmıştı... Tamir edilemez, ancak yeri altınla değiştirilirse düzelebilecek bir hayalkırıklığı. Ne olacaktı bilmiyordum, tek başına nereye kadar dayanabilirdi bilmiyordum. Onun yanında olmak, güçlü kalmak zorundaydık. Yatağa uzandığımda sabah olması için yalvarır gibi gözlerimi kapattım. Okula ışınlanmak istiyordum, sabaha ışınlanmak istiyordum. Onur'un çaresizce geceye karıştığını gördüğüm andan beri, yanında olmak istiyordum.
Kıyafetlerimle yattım, kıyafetlerimle kalktım diyebilirim. Aynaya bile bakmadan koşa koşa çıktım evden sabahın 7'sinde. Servisi beklemedim, bir taksiye atladım ve kendimi yarım saat sonra okulda buldum. Telefonumun çalışıyla heyecanla telefonumu cebimden çıkardım, arayan Burak'tı.
''Zeyno,'' dedi gece boyunca uyumadığını belli eden bozuk bir sesle,
''Bir haber var mı!?''
''Okuldayız biz. Onur'un arabası da bahçede, Mert'le dağıldık, okulu arıyoruz. Sen neredesin?''
''Zemin kattayım şuan. O zaman yanınıza gelmiyorum, direkt aramaya başlıyorum. Tamam mı?''
''Tamamdır, haber ver bizim oğlanı bulursan.''
''Tamam.'' Telefonu kapattığım gibi hızlı adımlarla gözlerimle tüm koridoru taradım. Oradan çıktım, yan koridora girdim, tek tek tüm sınıfların kapılarını açtım, baktım. Erkekler tuvaletine daldığımda görmek istemediğim birkaç manzarayla karşılaştığım gibi ufak bir erkek çığlığıyla çıktım oradan, ardımdan gelen kahkahaları yok saydım, yoluma devam ettim. Kantine indim, sonra ikinci katı es geçtim, üçüncüyü, dördüncüyü... En üst katta buldum kendimi, okulun en büyük, üç koridorlu katında. Koridorları gezip sınıflara daldığım sırada önümden giden birinin bir sınıfın kapısını açıp içeri baktığını gördüm. Başını sınıftan çıkardığında şok içinde koştum,
''Onur!'' Sesimi duydu, ama dönüp bakmadı bile. Yürümeye, sınıflardan kafasını uzatmaya devam etti.
''Onur! Beni dinleyecek misin?'' Cevap vermedi. Bir sınıfa daha girdi, içeri dikkatlice baktıktan hemen sonra çıktı. Kolunu tuttum, resmen peşinden sürükleniyordum.
''Onur... Yalvarıyorum... Bir kere dinle...'' Olduğu yerde durdu, bana dönmedi, hızla önüne geçtim. O gözlerini kaçırırken gözlerine baktım. Ela gözlerine...
''Yanında olmama izin ver. İstersen seni suçlamam, yapmadım diyorsan yapmadığına inanırım, sadece yanında olmak istiyorum.'' Elimi uzattım, parmaklarını tuttum...
''İzin ver...'' diye yalvardım. Gözlerimin içine baktı. Gözlerimin en derinine baktı, ve dimdik durdu karşımda. Dudaklarını aralayıp duymaktan korktuğum cevabı verdi,
''Sen benim yanımda olmayı hak etmiyorsun. Ne sen, ne Mert, ne Burak. Yanımda olmayı hak etseydiniz, en başında bana inanırdınız. Ben bundan sonra tekim. Ve emin olun, katilin kim olduğunu bulacağım. Ne yapmam gerekiyorsa yapacağım bunun için. Bu suçu kim benim üstüme atmaya çalışıyorsa, kim beni katil gibi göstermeye çalışıyorsa bulacağım. Onu bulmak için gerçekten katil olmam gerekse bile olacağım, ama onu bulacağım. Ve siz, gözlerinizin önünde benim suçsuz olduğumu gördüğünüzde çok pişman olacaksınız. Ama ne var biliyor musun Zeynep, pişman olduğunuzda çok geç olacak. Biri bana karşılıksız bir savaş açtı, ve ben şimdi bu savaşa dahil oluyorum.''
Yanımdan çekip giderken korku içindeydim. O kadar hırslı, o kadar korkusuz konuşuyordu ki delirmiş gibiydi. Birine daha zarar verebileceğinden o kadar emindim ki bir şeyler yapmak zorundaydım. Peşinden gitsem zarar vereceği insan ben olacaktım, bundan da emindim. Arka merdivenlere yöneldim, telefonumu çıkardığım gibi Burak'ı aradım.
''Neredesiniz?''
''2.kattayız, koridorun ortasında.''
''Geliyorum.''
Telefonu kapattım, hızlı adımlarla merdivenlerden indim, 2.kata ulaştığımda Burak ve Mert'i çaresizce birbirleriyle konuşurlarken gördüm. Yanlarına ulaştığım gibi alt dudağımı ısırdım korkuyla. Gözlerine baktım sırayla.
''Yanından geliyorum...'' dedim, ''Onur'un...'' Şok içinde başlarını kaldırdılar.
''Nerede!?''
''İyi mi!'' Derin bir nefes aldım.
''İyi değil. Hem de hiç iyi değil. Delirmiş gibi, katili bulmayı kafasına koymuş. Hasta olduğuna inanmıyor, ve bizi de yanında istemiyor. Tek tek sınıflara giriyor, erkek öğrencileri inceleyip çıkıyor... Şuan gözü hiçbir şeyi görmüyor. Her şeyi yapabilir... Her şeyi...'' derken birden okulun hoparlörlerinden bir anons sesi gelmeye başladı. Korkuyla başımızı kaldırdığımızda müdür yardımcısından duyduğumuz cümleler bizi şoka soktu,
''Sevgili öğrenciler, bu acil bir duyurudur. Şuan okulda bulunan tüm erkek öğrenciler konferans salonuna. Tüm erkek öğrenciler konferans salonuna!''
Bu anonsu müdür yardımcısına Onur'un yaptırdığına o kadar emindim ki... Şok içinde birbirimize baktığımız o üç saniyede aklımdan binlerce şey geçiyordu. Onur gerçekten iyi değildi, öfke ve hırs onu her şeyi yapabilecek hale getirmişti. Ne yapmayı planlıyordu!? Katili olduğu bir cinayetin katilini bulmak için tüm erkek öğrencileri konferans salona toplayıp teker teker inceleyecek miydi! Bunun sonu iyi değildi, Onur'un sonu hiç ama hiç iyi değildi...
Bu savaş, Onur'un mağlubiyetiyle başlamıştı.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Karantina Serisi
Teen Fiction''Birlikte belanın içine batabileceğimiz kadar battık. Ve şimdi, seni bırakmayacağım... Benimle misin?'' --- Zeynep, kendini yeni okuluna başladığı ilk gün bir felaketin ortasında buldu. Okulu, salgın bir hastalık nedeniyle karantina altına alındı...