35.Bölüm : Paramparça Bir Duvar

625K 55.1K 4.7K
                                    

Sadece kısaca iki şey söyleyeceğim, bölümler sık gelmeye başladığı için lütfen bölüm uzunluğuna takılmayın, sık sık gelecekler ve emin olun doyurucu şok edici bölümler gelmeye devam edecek.

İkincisi, istatistiklerden gördüğüm kadarıyla bir bölümü okuyan en az 5000 kişi var, ama beğeni sayılarımız 2000'i geçemiyor, hikayeye oy vermeniz sizin için hiçbir şeyi değiştirmez ama oy vererek, arkadaşlarınıza önererek Karantina'yı ''Genç Kurgu'' kategorisinde üst sıralara çok daha hak ettiği yerlere çıkarabiliriz. Şuan 18.sıradayız, tek yapmanız gereken okuduğunuz bölüme oy vermek ve yorum yapmak, oylarınızı bekliyorum^^



35.Bölüm : Paramparça Bir Duvar

*Gözlerinizin önünde yavaş yavaş bitiş çizgisine doğru yürüyorum...*


Küçükken anaokulumda kuğu gölü balesi yaptığım günü hatırlıyorum. Sahneye çıkmadan önce çıkmak istemediğim için ağlamıştım, annem bana aynen şöyle demişti, ''Ama bale yapmayı seviyorsun Zeynep... Sevmiyor musun?'' Öyleydi, seviyordum. Benim sorunum yaptığım veya yapmadığım herhangi bir şeyle değildi... Benim sorunum insanlarlaydı, ben insanlardan korkuyordum, yüzlerindeki o ifadeden... Annem ve babam beni bu kadar severlerken diğer insanların başka çocukları sevmelerine katlanamıyordum. Beş yaşındaydım, ve bana göre herkesin en sevdiği ben olmalıydım. Zaman geçti, büyüdüm, büyüdükçe insanların en sevdikleri olmamayı kabullendim. Sonra biraz daha geçti zaman, ve ben artık annem ve babamın beni neden sevdiklerini bile sorgulamaya başladım? Zaman beni aldı, ''Herkes beni sevmeli!'' ruh halimden, ''İnsanlar beni nasıl sever!?'' ruh haline götürdü. Çünkü belki de onları anlayacak kadar sevmemiştim hiç kimseyi, anne baba sevgisi çok ayrı, çok ötede... Ben kimseyi ne arkadaş olarak, ne sevgili olarak sevmemiştim bu zamana kadar. İşte bu yüzden, bir insanın bir insanı sevmesine hiç anlam veremedim. Oysa şimdi buradayım. Yanımda iki insan, ve karşımda o... Ben gerçekten, kalbimde ilk defa birini bu kadar sevmişken kaybetme korkusunun zirvesiyle karşı karşıyayım.

''Onur...'' Titreyen sesimle birlikte öne doğru bir adım attım bilinçsizce. Mert beni korkuyla kolumdan tutup durdurduğunda Onur şok olmuş gibi, mahvolmuş bir halde başını kaldırdı. Bize baktı, gözleri kıpkırmızıydı. Yere düşüp bayılması öyle muhtemeldi ki bir insan ancak ve ancak bu kadar mahvolabilirdi.

''Ben...'' dedi donmuş bir sesle, ''yapmadım...''

Onur Zorlu, bu buz gibi deponun tam ortasında, önünde yerde yatan kan gölünün ortasındaki kahverengi saçlı genç kızın hemen önünde dizlerinin üstünde duruyordu. Harabeye dönmüştü, dehşet dolu yüz ifadesinden kirpiklerinin bile titrediğini görebiliyordum. Üçümüz ne yapacağımızı bilemez bir halde onu izlerken Burak birdenbire koşmaya başladı. Onur'a doğru gözyaşlarıyla ilerlerken Mert beni bıraktığı gibi Burak'ı kolundan yakaladı, arkasına doğru çekti,

''İyi değil!'' dedi sertçe, ''görmüyor musun?!''

''Yanında olmam lazım! Abi yanında olmamız lazım! YANINDA OLMAMIZ LAZIM!'' Burak delirmiş gibi hıçkırıklarının arasında aynı cümleyi tekrarlarken Mert bembeyaz kesilmiş yüzüyle ikimize baktı sırayla. Gözyaşlarımdan hiçbir şeyi görebilecek halde değildim. Sadece renkleri seçebiliyordum, kırmızı... kıpkırmızı bir kan gölü...

''Burak...'' diye mırıldandı Mert titreyen sesiyle elini Burak'a doğru uzatarak, ''Hemen... bir ambulans çağır... hemen...''

Dudaklarım titriyordu, ellerim buz gibi olmuş tutunacak bir yer arıyordu. Hayatımda ilk defa ayakta durmakta bu kadar zorlandığımı hissediyordum. Hayatımda ilk defa yere yığılıp kalmaya bu kadar yakındım. İçimden bir şeyler kopup gitmişti. İçimden bir şeyler yere düşmüş ayağımın dibinde yuvarlanıyordu. Elimi kalbime götürdüm, Burak gözyaşları içinde telefonunu çıkardığında bizi donduran, hayatımızı mahveden o cümle duyuldu,

''Çoktan öldü...''

Onur ne hayattan ne bizden bir umudu kalmamışçasına bitkin bir sesle durumu açıkladığında size yemin ederim kalbimin birkaç saniyeliğine durduğunu hissettim.

''Ambulans...'' dedi Mert korku dolu bir sesle, ''onun için değil, senin için... Onur, tedavi olman lazım. Biliyorum, şuan bizden nefret ediyorsun. Bize kızgınsın. Ama sana yemin ederim her şeyi senin için yapıyoruz! Seni bu kabustan uyandırmak için! Şu geldiğin hale bak! Görmüyor musun Onur!? Bir şeyleri unutuyorsun, bir şekilde yolun cinayetlere çıkıyor... Bunlar seni suçlu yapmaz, ama hasta yapar. Sen iyileşmek zorundasın! Ve biz seni iyileştireceğiz abi!''

Onur'un dudakları aralandı, sessiz bir fısıltı çıktı dudaklarının arasından,

''Ben yapmadım...'' Gözlerimi ona doğru çevirdim, yüzüne odaklandım. Sol gözünden bir damla yaş ağır ağır süzülüp sakallarına karışıp orada yolunu kaybettiğinde kendimi öldürmek istedim. Ağlamasın diye orada kendimi öldürmek istedim. Mert cep telefonunu çıkarıp numaraları tuşladığı sırada arkama döndüm, Mert'in elinden sertçe telefonunu çekip aldığımda şaşkınlıkla baktı bana,

''Aramayacaksın!'' dedim sertçe, ''YAPMADIM DİYOR DUYMUYOR MUSUNUZ!?''

Burak'la göz göze geldik o an, Burak burnunu çekerek derin bir nefes aldı gözyaşları arasından,

''Aramayacağız Mert. O bizim kardeşimiz! Onu istemediği hiçbir yere yollamayacağız!''

Mert kısa bir sessizlikten sonra elleriyle yüzünü kapattı öfkeyle,

''Bir şeyler düşünmemiz lazım... bir şeyler düşünmemiz lazım...'' Başımı çevirdim, yerde dizlerinin üstünde oturan Onur'a baktım. Öyle çaresiz, öyle bitkindi ki... O kimseye zarar veremezdi. Kimseye. Burak ve Mert kafayı yermişçesine konuşurlarken Onur'a doğru bir adım attım. Bir adım, ve bir adım daha... Yanına ulaştığımda, elimi omzuna koyup dizlerim üstüne çöktüğümde yüzüme bakmadı. Bir asker edasıyla dimdik, doğrudan karşıya deponun karanlık duvarına bakıyordu.

''Sana notlar gelmeye devam ediyor...'' diye mırıldandı sessiz bir fısıltıyla, kaşlarımı çattığımda devam etti, ''değil mi? O notlar size benim katil olduğumu söylüyor. Ve siz buna inanıyorsunuz. Bana değil, ona...'' Başını bana doğru çevirdi, kıpkırmızı gözleriyle gözlerimin en derinine baktı, bakışı içime işledi.

''Zeynep...'' dedi titreyen sesiyle, ''ben yapmadım... yapmadım...''

Arkamdan gelen ayak seslerinden Burak ve Mert'in yanımıza geldiklerini anladığımda gözlerimi Onur'un gözlerinden kaçırmadım. Sağımda ve solumda, Onur'un karşısında diz çöktüklerinde Onur gözlerini sırayla üstümüzde dolaştırdı.

''Söz vermiştiniz...'' dedi tükürür gibi Burak ve Mert'e bakarak, ''hep yanımda olacağınıza... siz... ikiniz... s-'' derken titreyen sesi cümleyi bitirmeye yetmedi, dudaklarını ısırıp burnunu çektiğinde berbat bir haldeydi.

''Hep yanında olacağız!'' dedi Burak gözyaşlarının arasından, ''seni bırakmayacağ-'' derken Onur Burak'ın sözünü kesti,

''Günlerdir uyumuyorum, günlerdir yemek yemiyorum, günlerdir kafayı yemek üzere olmadığım tek bir saniye bile yok. Ayakta duracak halim yok, gözlerimi açık tutacak halde değilim. Ben gözlerinizin önünde mahvoluyorum, ben gözlerinizin önünde yavaş yavaş bitiş çizgisine doğru yürüyorum, siz bana diyorsunuz ki, gel seni o bitiş çizgisine daha hızlı götürelim. Bana bir oyun oynanıyor, oyunun seyircisi sizsiniz. Her şey bittiğinde, ben oyunu kaybettiğimde, ben gerçekten mahvolduğumda ayağa kalkıp alkışlayacak mısınız!? Bu siktiğimin oyunu ruhumu alıp götürdüğünde, karşınızda sadece beden olarak yere yığılıp kaldığımda ayağa kalkıp alkışlayacak mısınız?!''

Hiçbir ses çıkmadı. Sadece hıçkırık sesleri, titreyen nefes alış veriş sesleri... Biz dördümüz, Mahşerin Dört Atlısı bir kan gölünün ortasında dizlerimizin üstüne çökmüş öylece mahvoluşumuzu izliyoruz. Gözlerim korkuyla Onur'dan kaydı, yerde yatan ölü kızın bedenine baktı. Kana bulanmış kıyafetlerinden ne olduğunu anlamak bile mümkün değildi, iki saniyeden fazla bakmaya dayanamadım. İçim acıyarak başımı çevirdim Onur'a. Yüzüne baktım, mahvoluşunun çizgilerini gördüm yüzünde.

''Onur,'' dedim kaşlarımı çatarak, ciddi bir sesle tek seferde sordum sorumu, ''Tek bir soru soruyorum, ve alacağım o tek cevaba inanacağım. Bunu... sen mi yaptın?''

Dolu gözlerle döndü bana bu soruyu sormamı her şeyden çok istiyormuş gibi, ağır ağır alt dudağını ısırdı bunların onun başına gelmesini yediremez bir şekilde... Derin bir nefes aldı.

''Ben yapmadım.'' dedi tek nefeste, ''yapmadım...''

Savunmasız bir çocuk gibi duruyordu karşımda. Yaşadığı her türlü kötülükten sonra annesinin omzuna ihtiyacı olan bir çocuk gibi. Artık yaslanması gereken bir omuz ihtiyacıyla sallanan bedenine doğru yöneldim, kollarımla sıkıca sardım boynunu. Başını göğsüme gömüp bana sıkıca sarıldığında ağlamamı durduramıyordum. Onur Zorlu, benim sert duvarım... paramparça olmuştu. Parçalanan yerlerini birleştirmek için bana sarılıyordu. Oysa daha fazla yapıştırıcıya ihtiyacı vardı o parçaların. Sonra, bir parça daha birleşti Burak kollarını etrafımıza sardığında, sonra bir parça daha... Mert Mahşerin Dört Atlısı'nı tamamladığında hiçbir kitapta okuyamayacağınız, hiçbir filmde göremeyeceğiniz bir manzara vardı karşınızda ;

Buz gibi karanlık bir deponun tam ortasında, kanlar içinde yatan genç bir kızın ölü bedeninin yanında dördümüz sıkı sıkı sarılıyorduk... Birimiz paramparça olmuştu, ve parçalarının birleşme vakti gelmişti...

''Abi özür dilerim...'' diye mırıldandı Burak başını Onur'un omzundan kaldırmadan.

Biliyorduk, üçümüz de Onur'un sözünün doğru olup olmadığına asla emin olamayacağımızı çok net bir şekilde biliyorduk. Ama burada her şeyden öte bir şey vardı, Onur'un mahvoluyorum deyişi... Bitiyorum deyişi... Paramparça oluşu... Yaptı, ya da yapmadı bilmem. Şuandan itibaren tek bildiğim ona inanmak için elimden gelen ne varsa yapacağımdı. Önce ona inanacaktık, sonra onu kurtaracaktık. Ama en önemlisi, onu aramızdan ayırmayacaktık, asla ve asla.

Bu cümleyi içimden öyle emin kurmuştum ki, belki de bu cümleyi kurmasaydım bu kadar şok olmazdım iki saniye sonra nefesimi kesen o olaya. Başımı ağır ağır kaldırdığımda, uzaktan gelen bir ses hepimizin kalbini durdurmuştu adeta.

''Hassiktir...'' Burak'tan gelen bu tepki, iç sesimin karşılığıydı o an.

Her seferinde bittik dedim, her seferinde bu son dedim, ama sanırım bu sefer gerçekten sondu bu. Deponun dışından gelen polis siren sesleri, bizi olduğumuz yere çivilediği gibi bir perdeyi daha kapatmıştı. Bir cümlem daha yarım kalmıştı, bir sözüm daha zorla alınıp götürülmüştü dudaklarımın arasından.

''Beni almaya geliyorlar...'' Üç kelime, yirmi harf, tek cümle. Olayın özeti buydu. Onur'u, bizden almaya geliyorlardı...

''Mert bir şey yap! Çıkış bul, babanı ara bir şey yap!'' Burak'ın telaşla bağırışı depoyu inlettiğinde ağır çekimde ayağa kalktım. Çok yakınlardı, çok... Kapının bir adım ötesinde oldukları yaklaşan seslerden o kadar netti ki, fare kapanına yakalanmış fareden farksızdık.

''Onur kalk! ÇIKIŞ BULACAĞIZ! ONUR KALK!'' Mert sertçe Onur'u çekiştirdiği sırada Onur'un kıpırdamadığını gördüm. Telaşla ona doğru döndüğümde, tam o anda deponun her bir yanında yankılanan kapı tekmeleme sesiyle birlikte olduğum yerde sıçradım. Yaklaşık yirmi polis, tam karşımızda belirdiklerinde Burak'ın önüme geçtiğini gördüm,

''Onur'u götürün! Mert Onur'u götürün buradan!'' Silahlar bize doğrultulduğunda, çok geç olduğunu bir kez daha anladım. Yaşadığımız anın, başımıza gelecek her şeyin tek bir cümlede özeti en öndeki polisin dudaklarının arasından çıktı,

''Tutuklusunuz! Hepiniz! Kıpırdayan vurulur!''

---

NOT : İstatistiklerden gördüğüm kadarıyla bir bölümü okuyan en az 5000 kişi var, ama beğeni sayılarımız 2000'i geçemiyor, hikayeye oy vermeniz sizin için hiçbir şeyi değiştirmez ama oy vererek, arkadaşlarınıza önererek Karantina'yı ''Genç Kurgu'' kategorisinde üst sıralara çok daha hak ettiği yerlere çıkarabiliriz. Şuan 18.sıradayız, tek yapmanız gereken okuduğunuz bölüme oy vermek ve yorum yapmak, oylarınızı bekliyorum^^  

İletişim :
Instagram : beyzalkoc


Karantina SerisiHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin