37.Bölüm : Savaşın Sonu
*Onu görmek, sesini duymak,
çöp atmak için balkona çıkıp
yıldız kaymasına şahit olmak gibiydi.*Siz hiç, bir insanın arkasından bakakaldınız mı? Yanınızdan geçip yürüyüp giderken, ayakkabılarının çıkardığı seslere odaklandınız mı? Siz hiç, bir insanın gidişini izlediniz mi dakikalarca? Onur Zorlu, yanımdan geçti ağır ağır uzaklaştı gözlerimin önünde. Gitti. Kelimenin tam anlamıyla yürüdü, uzaklaştı, ve gitti. Arabaya binişi, ellerindeki kelepçelerin çıkardığı sesler, dimdik ileri doğru bakışı ama tam karşısında durmama rağmen beni görmeyişi... Unutamıyorum, saatlerdir odamda oturmuş yatağımdan camdan dışarıda yağan yağmuru izliyorum, ama unutamıyorum. Annem ve babamın beni çekip götürdükleri tüm o karmaşanın üzerinden yaklaşık yedi saat geçti, hava karardı, yağmur bastırdı, annemin iki saat önce tepsiyle getirip yatağıma koyduğu çorba buz gibi oldu, oysa benim içim hala soğumadı. Telefon ellerimin arasında, gözlerim camdan akan damlalarda bir haber bekliyorum. Her gelen bildirimde yerimden sıçrıyorum, üstelik son halim paranoyaklığın zirvesine ulaşmış durumda. Az önce aşağıdan, oturma odasından gelen polis siren seslerini gerçek sandım. Birkaç saniyeliğine korkuyla ayağa kalktıktan sonra ''Zeynep delirme!'' diyerek kendime gelmeye çalıştım. Ben bu haldeysem Onur ne haldedir kim bilir... Olayı çözmeye çalışıyorum, anlamaya. Bir yanım Onur'un unutma hastalığıyla her şeyi açıklayabilirken öbür yanım sorguluyor. Çok garip değil mi? Bu yaşına kadar kimsenin böyle bir hastalığı fark etmemesi, şimdi birdenbire ortaya çıkmış olması... Titreyen telefonumla birlikte olduğum yerde korkuyla sıçradım. Arayan Burak'tı,
''Burak!''
''İyi misin...'' Sesi bitkin, yorgun, mahvolmuş çıkıyordu. Ben giderken onlar Onur'un babasıyla kalmışlardı. Onur'un babasının milletvekili tanıdığı sayesinde mahkemeyi erkene almaya çalışacaklardı.
''İyi değilim, Onur nasıl? Bir haber alabildiniz mi? Ne olacak, mahkeme ne zaman?''
''Dur Zeyno, sakin ol... Şimdi bu halde güzel haber verilir mi bilmiyorum da seni almaya geleceğiz, şu milletvekili tanıdık sayesinde bir gece görüşmesi ayarlayabildik. Mahkeme tarihini de erkene aldırmaya çalışacak bize haber verecek.'' Kurduğu ikinci cümleyle birlikte kalbim durmuştu sanki, donakalmıştı. Görüşme, görüşme... Görüşme ayarlamak. Onur'u görecektik, Onur'la görüşecektik! Telefon kulağımda kalktım yatağımdan. Dolabı açtığım gibi turuncu boğazlı kazağımı ve siyah pantolonum çıkardım.
''Kapı sesi mi o?''
''Dolap,'' dedim hafifçe gülmeye çalışarak, ''ne zaman geliyorsunuz?''
''Beş dakika içinde orada oluruz, yoldayız şuan. Sen izin alabilecek misin?''
''Gerekirse kaçarım,'' diye mırıldandım hırsla, ''kapatıyorum şimdi. Geldiğinizde ara.''
Telefonu yatağın üstüne atıp hızla giyindim, yüzüme saçlarıma bir kez bile bakmadan telefonumu ve çantamı alıp hızla çıktım odamdan. Merdivenlerden inip oturma odasında, tam televizyonun karşısındaki koltukta oturan anne ve babamın karşısına geçtim. Bana baktılar endişeyle,
''Allah'ım yine kaçıyor bu!'' Annemin korku dolu sesiyle birlikte babam telaşla ayağa kalktı,
''Kızım nereye, bak yine başını belaya sokacaksın.''
''Anne, baba, sizden bir şey saklamayacağım. Onur'la bir gece görüşmesi ayarlanmış ve gidip benim de görüşmem gerekiyor. O benim arkadaşım. Yanında olmam lazım.''
''Kızım, çocuk cinayet işlemiş. Katil, duymadın mı okuldaki cinayetten bile o sorumlu tutuluyor. İki cinayet! İki! Sen delirdin mi!?''
''O hiçbir şey yapmadı!'' dedim sertçe, ''Yaptıysa bile bilinci yerinde değildi, o kötü bir insan değil baba! Kimseye zarar verecek bir insan değil, ve tek olmayacağım... Yanımda babası olacak, arkadaşlarım olacak. Endişelenmenize gerek yok. Lütfen, biraz bana güvenin...''
''Zeynep hiçbir yere gitmiyorsun!'' Annem koltuktan bağırırken kapıya doğru hızlandım,
''Özür dilerim, gidiyorum.'' Kapıyı açtım, çıkarken annemin babama peşimden gitmesini söylediğini duydum ama babam her zaman olduğu gibi bana karşı annemin bana karşı olduğundan çok daha ılımlıydı. Sesini çıkarmadı, kapıyı kapatıp çıktığımda yağmurun altında yola giren arabanın ışığına doğru ilerledim hızla. Burak arka kapıyı içeriden benim için açarken anında arka koltuğa Burak'ın yanına oturdum. Mert önde, Onur'un babası sürücü koltuğunda, Burak her zaman olduğu gibi yanımdaydı.
''İyi misin?'' Mert'in sorusuyla birlikte başımı salladım,
''Olmaya çalışıyorum...'' diye mırıldandım. O an arabadaki herkesin aklında binlerce soru, binlerce farklı cevap vardı. Kimse konuşmuyordu, Onur'un babası herkesten çok bitmiş haldeydi, herkesin içindeki sorulara cevap aradığı belliydi.
''Onur...'' diye mırıldandım, ''iyi miymiş?''
''Olmaya çalışıyordur...'' Mert'in cevabıyla birlikte gözlerimi cama çevirdim. Karanlık gece, ıslak gökyüzü... ''Her ölümden sonra yağmur yağar,'' derdi anneannem, ''içimize sakladığımız gözyaşları gökyüzünden yeryüzüne akar...'' Belki de bizim içimizdir gökyüzü.
Onur'un sevk edildiği emniyet müdürlüğünün bahçesinde durup arabadan indiğimizde kalbimin hızlandığını hissettim, hislerime dair ne olup bitiyordu bilmiyordum ama hayatımda ilk defa bu kadar farklı şeyler hissettiğimi biliyordum. Onu görmek, sesini duymak çöp atmak için balkona çıkıp yıldız kaymasına şahit olmak gibiydi. Belki de gerçekten bizim içimizdi gökyüzü. Eğer öyleyse, şimdi gökyüzünün bana ait kısmında art arda yıldızlar kayıyordu. Çünkü ben, birkaç dakika içinde onu görecektim.
''Erhan Bey, hoş geldiniz, Cemil Bey sizden bahsetti. Acil bir görüşme ayarladık sizin için, buyrun... Odama geçelim isterseniz.'' Onur'un babası kalp krizi geçirmesine birkaç saniye kalmışçasına kırmızı yüzüyle başını kaldırdı,
''Yok yok, oğlumu gösterin bana hemen! Nerede oğlum!''
''T-tamam,'' dedi emniyet müdürü anlayışla, ''haklısınız, buyrun sizi görüş odasına alalım. Siz...'' dedi bize bakarak,
''Biz kardeşleriyiz! Biz de gireceğiz!'' Burak'ın cevabı başka bir açıklamaya gerek olmayacak kadar netti, itiraz gelmedi, ses bile çıkmadı. Birkaç saniye içinde görüş odasına giden koridordaydık. Gözlerimi Burak'a çevirdim,
''Kalbim çıkacak.'' dedim fısıltıyla,
''Benimki bahçede düştü.'' Acı içinde gülümsemeye çalıştım. Kapısında iki polis olan bir oda, emniyet müdürü bize kapıyı açarken önce babası girdi içeri,
''OĞLUM!'' Hafif bir kelepçe sesi, kıyafet hışırtıları, güçlü bir sarılma. Sağa doğru bir adım attım ve nihayet görebildim. İşte tam buradaydı, karşımda. Babasına sarılmış, gözleri benim üzerimde öylece duygusuzca bakıyordu.
''İçeri polis alınmayacak. Çok fazla zamanınız maalesef yok, ben çıkıyorum. Çıkışta odama beklerim Erhan Bey.'' Emniyet müdürü çıktığında, hepimiz içerideydik. Onur babasıyla sarılmaya devam ederken yutkunarak izliyordum onları, acaba bana da sarılmak isteyecek miydi? Ben istesem kabul eder miydi?
''Abi!'' Burak gözleri dolu dolu titreyen sesiyle babasından ayrılan Onur'a doğru ilerlerken Mert de tereddüt etmeden ona doğru ilerledi. Üçünün birlikte sarılışını görmek o kadar garipti ki, sanki çocukluk arkadaşlarımın birbirlerine kavuşma anını izliyordum... uzaktan uzağa. Öylece bakıyordum onlara, sesimi bile çıkarmadan... nefes almadan... Onur'n gözleri gözlerimle buluştu o sırada. Burak ve Mert ondan ayrılırlarken Burak bana döndü,
''Dram sahnesi için vaktimiz yok! Görüşme bitecek gel sarıl işte!'' Gülmeye çalıştım Onur'un semsert yüzüne bakarken. Ona doğru yürüdüm, önünde durdum, yutkundum. Yüzü bembeyaz olmuştu. Kelepçeli ellerini kaldırdı, kollarının arasına girdim... Bu öyle acı bir duyguydu ki, hıçkırıklarımı ardı ardına tutmaya çalışırken ona sıkıca sarıldım. Belli etmeden, hafif hafif saçlarımdan doğru nefes aldığını hissettim o an. Saçlarımı kokladı sanki. Kollarının arasından çıkmadan başımı kaldırdım, dolmuş gözlerimle yüzüne baktım.
''İyi misin?'' diye sordum. Öyle bir yüz ifadesi vardı ki şuan, sanki yıllarca savaşta kalmış, tüneller kazmış, bir sürü ölüme şahit olmuş, en sevdiklerinin cesetlerini taşımış sırtında. Sanki öyle şeyler yaşamış ki dimdik, semsert bakıyor şimdi. Bir duvara benzettim önce onu, sonra yıkılışına, mahvoluşuna şahit oldum, şimdi o duvarın taşları tekrar birleşiyor. Onur Zorlu, eskisi gibi dimdik ayakta duruyor. İlk gün dediğim gibi, ''bir asker edasında...''
''Sen iyi misin?'' Soruma cevap vermedi, benim iyi olup olmadığımı sordu. Bu ne demekti biliyor musunuz? Ben iyi değilim, sen nasılsın demekti.
''Önemli olan sensin.'' dedim iyi olması için yalvarmaya hazır bir sesle.
''Hayır,'' dedi ağır ağır, ''önemli olan ben değilim... Sensin.'' Gözlerime baktı birkaç saniye, ne ben cevap verebildim, ne o başka bir cümle kurdu. Kollarını kaldırdı çık kollarımın arasından dercesine, kollarının arasından çıktım ve masaya yöneldim. Hep birlikte yuvarlak masanın etrafına oturduğumuzda yerim Onur'un karşısıydı. Bir yanında babası, bir yanında Burak, karşısında Mert ve ben.
''Oğlum! Anlat, ne oldu! Kim sana oyun oynuyor?!'' Babasının bu cinayeti Onur'un işlemiş olabileceğini aklından bile geçirmediği belliydi. Perişan olmuş bir halde oğlunun kelepçeli ellerini tutuyordu.
''Konuş oğlum, yalvarırım... En iyi avukatları tutacağız, arkamız sağlam! Seni buradan çıkaracağız, ama bana her şeyi anlatmak zorundasın. Düşmanın mı var, seninle uğraşan biri mi var. Kim bu suçu senin üstüne yıkmaya çalışıyor!''
''Onur! Oğlum! Bir şey söyle, hadi! Kim yaptı bunu sana?'' Onur başını kaldırdı, dudaklarını araladı, ve daha bugün her şeyi inkar eden dudaklarının arasından bizi şoka sokan o cümle çıktı,
''Belki de ben yapmışımdır.''
''Ne!?''
''Oğlum ne diyorsun sen!?''
''ABİ NE SAÇMALIYORSUN SEN?''
Bir tek ben sesimi çıkaramadım, dudaklarım aralanmış öylece bakakaldım yüzüne... Daha bugün ben yapmadım diyen Onur Zorlu, defalarca ve defalarca yapmadığını söyleyen Onur Zorlu şimdi karşımızda durmuş yaptım mı diyordu?
''Kim bilir...'' diye mırıldandı, ''belki de ben yapmışımdır...''
Bu bir kabulleniş cümlesiydi. Bu görüp görebileceğiniz en ağır kabulleniş cümlesiydi. Düşünsenize, sezonlardır izlediğiniz dizide her bölüm suçunu inkar eden karakter sezon finalinde birdenbire ben yaptım diyordu, durumumuzun özeti tam olarak buydu. Bir savaştaydık, ve askerlerimizden dörtte biri savaşı terk ediyordu...
''Ne demek bu Onur! Belki ne demek!? Sen delirdin mi oğlum?'' Başını salladı Onur babasına bakarak,
''Delirdim.'' Delirmişti. Şu halinin başka bir açıklaması yoktu. Babası elini kalbine götürdü,
''Açıkla, ne oluyor burada... Çocuklar, ne diyor bu!''
''Erhan amca, seni dışarı çıkaralım, lütfen... biz onunla konuşacağız... hadi...'' Mert Onur'un babasını dışarı çıkarırken Onur'a şok içinde bakıyordum. Kapı kapandı, ve işte şimdi asıl konuşma başladı.
''Bu ne şimdi Onur?'' Mert'in sert sesiyle birlikte başımı ellerimin arasına aldım.
''Sorduğu sorunun cevabını verdim. Kim yaptı bunu sana dedi, belki de ben yapmışımdır dedim. Daha bugün, bundan önceki gün bana bunları benim yaptığımı anlatan siz değil miydiniz? Hiçbir şeyi hatırlamıyor olabileceğimi söyleyen...''
''Abi bizi delirtme!'' Burak sabrı taşıyormuş gibi çıldırırcasına konuştuğunda neredeyse elimi ısıracaktım,
''Sen değil miydin bunu her söylediğimizde yapmadım diyen?'' dedim titreyen sesimle,
''Bir yere kadar, insan katil olduğunu kabullenemiyor.''
''Allah kahretmesin şu kelimeyi bir daha sakın kullanma Onur!'' Mert neredeyse etrafında olduğumuz masayı devirecekti.
''Ben de inanamadım. Kabullenemedim. Ama o bıçaktan parmak izlerim çıktığında... bana bunu söylediklerinde... beynimin içinde bir ışık yandı. İçimden bir ses sen hastasın dedi bana. Sen hastasın... Sonra o ses cümleyi biraz değiştirdi... Bu sefer sen katilsin diye fısıldadı bana, katilsin...''
''Değilsin!'' dedim gözyaşlarımın arasında,
''Bunu bana defalarca söyleyen sizdiniz! Siktiğimin duygusallığını bir kenara bırakın! Bana bunu defalarca söylediniz!''
''Onur, abi... abi bak sakin olalım... Burak geç otur,'' diye uyardı Mert Burak'ı çünkü neredeyse masaya çıkmak üzereydi, ''Zeynep ağlama. Herkes sakin olsun. İyi düşünmek zorundayız. Sakince düşünmek ve seni kurtarmak zorundayız.''
''Zamanı geri alabilirseniz...'' diye mırıldandı Onur soğuk bir sesle.
''Ne?'' Burak'ın sorusuyla birlikte açıkladı,
''Zamanı geri alıp o iki kızın hayatını kurtarabilirseniz...''
''Bu başkasını kurtarmak olur, seni değil. Çünkü biri sana oyun oynuyor. Bakın, Burak otur dedim, şimdi beni iyi dinleyin... Bu cinayetler senin tarafından işlendiyse bile bunun tek bir sebebi olabilir, o da senin gerçekten hasta olman. Ama eğer hasta olsaydın yıllardır bunu fark etmez miydik Onur?''
''İyi düşünün, unuttuğum şeyler olmadı mı bu zamana kadar?'' O an aklımdan markete gidişini unutuşu geçti, sonra bana verdiği bilekliği unutup geri almak isteyişi... Mert'le göz göze geldik. Kısa bir sessizlik oldu.
''Onur,'' dedi Mert, ''bak b-''
''Oldu mu olmadı mı!?'' Onur sertçe sorduğunda Mert kalakaldı. Ne diyecekti? Ne diyecektik? Evet oldu mu diyecektik.
''Oldu... değil mi?'' O an Onur'un gözlerinde hayal kırıklığı kelimesinin tam anlamını gördüm, içi kırılmıştı sanki. Dudaklarımın titrediğini hissettim.
''Onur, öyleyse bile bunu-'' Burak'ın sözünü kestim,
''Pes etmeyeceksin. Benim tanıdığım Onur Zorlu bu değil, bilmiyorum demeyeceksin yapmadım diyeceksin! Hayatının mahvolmasına izin veremeyiz!'' Gözlerini gözlerime çevirdi,
''Asıl ben sizin hayatınızın mahvolmasına izin vermeyeceğim. Bu konuyu da beni de unutun. Çıkın bu savaşın içinden, hayatınıza bakın. Gardiyan!'' Kapıya doğru bağırdığında şok içinde ayağa kalktık,
''Onur! Ne yapıyorsun abi!''
''Gardiyan!'' Ayağa kalktı, kelepçeli elleriyle kapıyı yumruklarken onu omzundan tutan Burak'ı koluyla ittiğinde dehşet içindeydim. Kapı açıldı, polisler Onur'u tutup koridora aldıklarında son cümlelerini duydum,
''Bir daha hiçbirini istemiyorum, sakın! Yoksa yemin ederim birine zarar vereceğim!''
Kaydedildiğini bildiği cümleler. Duyulduğunu, savcıya ulaşacağını bildiği cümleler... Bizi kendinden kanunen uzak tutacaktı. Bunu yapmaya duygusal gücü yoktu, bunu başkalarına yaptıracaktı. İşte şimdi, bu savaşta aynı safta olmadığımız günler başlıyordu. Onur, askerlerini öldürmüş, karşı tarafa teslim olmak üzereydi. Mahşerin Dört Atlısı'nın savaşı buraya kadardı. Savaş çoktan bitmiş, taraflardan biri yenilgiyi kabullenmişti...
***Yorum yapmayı ve oy vermeyi unutmayın^^
Instagram : beyzalkoc
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Karantina Serisi
Teen Fiction''Birlikte belanın içine batabileceğimiz kadar battık. Ve şimdi, seni bırakmayacağım... Benimle misin?'' --- Zeynep, kendini yeni okuluna başladığı ilk gün bir felaketin ortasında buldu. Okulu, salgın bir hastalık nedeniyle karantina altına alındı...