Azer ve Karaca, herkesten gizli aşklarını yaşarken, Çukur evreninde geçen bir hikayedir.
Karaca, dakikalardır Azer'in ona yolladığı resimle bakışıyordu.
Ne adamın yüzünü, ne vücudunu gösteren bir resimdi bu. Herhangi biri görse, kimden geldiğini anlamazdı bile. Ama Karaca için, hayatında gördüğü en büyük jestin sembolüydü bu resim.
Azer Kurtuluş, bahçesine onlarca gül fidanı dikmişti.
Bahçedeki ışıkların aydınlattığı gülleri inceledi dakikalarca. İmkanı olsa saatlerce bakardı bu resme. Uykusundan ödün verip de incelerdi yine. Ömrü boyunca görmeyi beklemediği bir şeydi bu. Ona öğretilenlerle, büyüdüğü yerde hele; en büyük hedefi belki de kocasının ona bir kolye hediye etmesi olurdu. Kendisine aşık olacak, onu da aşık edecek bir adam bulmayı beklemiyordu. Belki annesine benzer, birkaç kolyeyle avunurdu. Belki kocası işten bir saat erken gelince mutlu olurdu; ama Karaca ömrü boyunca kimsenin onun için güller dikeceğini hayal etmemişti. Onun yokluğunda, diktiği gülleri izleyecek bir adamın var olduğuna inanmamıştı.
"Sen gelene kadar ben sulayacağım onları..." yazmıştı Azer altına. Karaca'nın ona geleceğine eminmiş gibi, bir kartel olarak başka hiçbir işi yokmuş gibi, onu hep bekleyecekmiş gibi yazmıştı. Karaca o güllerin solduğunu hiç görmesin istermiş gibi, o gülleri görünce kocaman gülümsemesini görmek istiyormuş gibi...
Hiçbir zaman böyle sevileceğine inanmamış Karaca için, Kaşıkçı Elması'ndan değerliydi bu. Başkalarının kanını akıtmak mesleğiydi Azer'in, ama sanki hiç can almıyormuş gibi Karaca için çiçeklere can verecekti. Onun için bakacaktı onlara, o yeter ki güllerin açtığını görsün diye.
Oysa Karaca hiç açamamıştı. Çukur'da doğan çoğu kadın gibi, tomurcukken kaybetmişti ışığını, daha açamadan solmuştu. Hiçbir zaman da açamayacaktı aslında, Azer Kurtuluş'un gözleri ona değmeseydi.
Azer'in onu kurtaracağından ziyade, görülmeye değer olduğunu anlamak yetmişti Karaca'ya. Azer olmasaydı da Karaca yaşardı şüphesiz, ama o yaşamın bir değeri olup olmayacağına emin değildi. Hayatta kalmak ve yaşamak birbirinden farklıydı çünkü, ve Çukur'daki kimse bunun farkında değildi. Nefes alıyordu, kanamıyordu Karaca; bu yüzden herkes inanmıştı onun iyi olduğuna. Bu evdeki birçok kadın gibiydi bu yönden, Çukur'daki çoğu kadın gibiydi. Erkekler kendi savaşlarını verirlerken görünmez olurdu kadınlar.
Ama Karaca bir gün bir düşmanla tanışmıştı, ve hayatı tekrar değer kazanmıştı sanki.
Azer'in gelişiyle, kendi hayatına bahar gelmiş gibiydi. Yaşamak için, uyanmak için, mutlu olmak için sebebi vardı artık. Bir sonraki günü merak ederken buluyordu kendini.
Ne yaptığını ve neler olduğunu anlayamadan mesajı atan numarayı ararken buldu kendini. Elleri, ondan izinsiz telefonu kulağına götürdü, beyni ondan izinsiz cümleler kurdu Azer telefonu açınca.
"Gel." dedi yalnızca. Zaten Azer'in bundan başka duymayı beklediği bir şey yoktu. İstanbul'un öteki ucunda bir adam kendi doğum günüymüş gibi gülümserken, üstünü değiştirdi hızla Karaca. Azer ondan uzaktı evet, ama kadın çağırdığında kilometreleri saniyeler içinde kat edecekti, bunun da farkındaydı Karaca.
Azer tüm kalbiyle ona teslim olmuştu, ama Karaca'nın da aynı şekilde kendini ona bıraktığından habersizdi.
Aslında Ayşe Koçovalı'nın tıpatıp kopyasıydı Karaca, yine de aşık olduğu adam arabasına atlayıp ona gelirken üzerine ne giydiğine önem vermedi. Çünkü biliyordu, Azer için üzerindeki kıyafetlerin hiçbir kıymeti yoktu. O adam, göz yaşları içinde ve burnu akarken kollarını açmıştı kıza. Ailesinin yokluğunda zar zor nefes alırken ve aynaya bile bakamazkenki haliyle aşık olmuştu bu kadına. Ne giyerse giysin, nasıl görünürse görünsün anlamsızdı çünkü Azer onun kalbine aşık olmuştu.