Alec Benjamin- Let me Down Slowly
Ev mi? Evi mi? Göge'nin evi mi?
Bana diyeceğini tahmin edeceğim son şey bu kelime olacak olmalıydı ki, iki harfli kelime beynimde yankılanıp duruyordu. Evi bir metrelik bir alan bile olsa, nitelikleri beni ilgilendirmiyordu sonuçta, orası özel bir bölgeydi ve beni dans edenlerin arasından çekip çıkardığında götüreceğini tahmin ettiğim bir yer olmaktan epey uzaktı.
Beni evine ne amaçla götürecekti ki? Sarsak adımlarım onunkilere çoktan ayak uydurmuştu, bu sokağın sonuna da gelmiştik ve dört katlı bir apartmana girdik. Burasının onun kişiliğiyle uzaktan yakından alakası yok gibi duruyordu. Gösteriş sevdiğini hiçbir hareketinden belli etmiyordu ama nedense onu lüks semtlerdeki bir evde yaşıyor gibi düşünmüştüm.
Apartmanın üçüncü katına asansörle çıktık. Asansörde ikimiz de sessizdik. Asansörün aynasında gözlerimiz kesişmişti ve birbirimizden çekmemiştik ama canlı olarak birbirimize bakmak yerine bir asansör aynasından bakışıyorduk. Kapı açılınca çıktık. Asansörün tam karşısındaki daireye gitti. Cebinden çıkarttığı anahtarla kapıyı açarken kalbim amansızca atmaya başlamıştı. Sonuçta bu evde yalnızca ikimiz olacaktık ve rızamı alarak ve beni baştan bilgilendirerek getirdiği de söylenemezdi. Ona kötü şeyler yakıştırmak abes olurdu ama içimi birden kötü bir his doldurdu.
Bu hissin kaynağını hem derhal öğrenmek hem de hayatım boyunca duymamak istedim. İçeri girdik. Sağdaki duvardan ışıkları yaktı. Işıklar çok parlak değildi, koridoru loşça aydınlattı. Koridorda görebildiğim kadarıyla tam üç kapı daha vardı. Biri banyo ve tuvalet olsa diğer ikisi kesinlikle oda olmalıydı. Yani evi tek yaşıyorsa çok da küçük değildi. Biz koridorun arasında boşluktan salona girdik. Salonla birleşen amerikan mutfağa baktım. Evi aşırı düzenli değildi, mutfakla masayı birleştiren masanın üzerinde birkaç boş bardak, boks eldivenleri vardı. Duvar dibinde de bir spor çantası vardı. Dağınık olsa da pis diyemezdim yerler gayet de temiz duruyordu. Ayakkabılarımı ben çıkaracaktım ama Gölge umursamadan içeri girince ona uymak zorunda kaldım. Bundan nefret ederdim yine de sesimi çıkarmadım.
"Otursana."
Diken üstündeydim ama içimde çalkalanan hisleri susturmaya zorlarken, ağzıma takılan soruları da yutup televizyonun karşısındaki üçlü gri koltuğa oturdum. Fazla alçak bir koltuktu ama üzerimde pantolon olduğu için herhangi bir çekincem yoktu. Arkama yaslandım. Bu durumda koltuğa gömülmüş gibi duruyor olmalıydım. Gölge bir dakikalığına mutfağa girdi çıktı, geldiğinde elinde iki bira vardı. Birini bana uzattı. Daha fazla içmek istemiyordum ama geri çevirmedim. Yanıma oturdu. Gerildim. İçmek istemediğim biradan bir yudum almış bulundum. Belki de üstümdeki gerginliği atmama yardımcı olacağını umuyordum.
"Daha iyi misin?"
Ben koltuğun sağında oturuyordum, o da sol tarafıma yanıma oturmuştu. Dizlerimiz arasında en fazla beş santimetre kalacak şekilde bana döndü. Ben de göz temasını daha rahat kurabilmek adına ona döndüm. Bir kolumu koltuğun sırtına yasladım, başımı da kıvırdığım elime. Arkadaşlarla girilen bir sohbetin içerisindeymişim gibi rahat bir hal almıştım. Ne hakkında bunu sordu idrak edemedim.
"Neden?"
"Köpekten korktun ya."
"Ha, evet. Geçti."
O da aynı benim gibi oturmuştu. Gözlerinde ve yüzünde benden daha rahat bir ifade olduğu kesindi. Birasından birkaç yudum aldıktan sonra şişeyi koltuğun önündeki sehpaya bıraktı.
"Daha önce bir olay mı yaşadın?"
"Evet."
Bir şey demedi ama gözlerime anlatmamı ister gibi bakmıştı. Devam ettim.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
LEZÂ
General FictionTolstoy: Tüm muhteşem hikayeler iki şekilde başlar: Ya bir insan bir yolculuğa çıkar, ya da şehre bir yabancı gelir, der. İki noktada da haklıdır. Ben de tamamen duygularımın esareti altında, yeni bir yolculuğa çıkmış, yolculuk boyunca sızlayan vicd...