Çetin'le dışarıda yemek yemenin tehlikeli olduğuna karar verip villaya geri dönmüştük. İyi ki de dönmüştük çünkü inanılmaz bir sofranın iki ucunda oturuyorduk şu an. Saat gece yarısını geçmiş olmalıydı fakat yemek yemenin saati olmazdı.
Sıcacık çorbayı kaşıklamaya başladım. Kısa sürede boşalan kasemi kenara ittirip önüme ana yemeği aldım. Gerçekten inanılmaz derecede açtım fakat birden midem bulanmaya başladı. Günlerdir boş olan midem yediklerimi kabul etmiyor olmalıydı.
"Lavabo nerede?" diye sordum zorlukla.
"Koridorun sonunda, sol tarafta. Sen iyi misin?"
Bu soruyu cevaplamadan sofradan kalkıp hızlı adımlarla yemek odasından ayrıldım ve Çetin'n tarif ettiği yöne doğru gitmeye başladım. Bir elimi ağzıma bastırırken diğer elimle kapıyı açtım. Doğrudan lavabonun önüne geçip ellerimi kenarlara yasladığımda içimde ne varsa çıkardım. Ağzımda kalan iğrenç tat yüzünden tekrar kustum. Bu döngü bir süre daha devam etti.
Sonunda biraz kendime geldiğimde musluğu açarak yüzüme su çarptım. Başımı kaldırdığım zaman hızla duvara tutunmasaydım az daha yere yapışacaktım. Bir an önce yatmam gerekliydi, daha fazla ayakta durmaya halim yoktu.
Duvarlara tutuna tutuna kapıdan dışarı çıktım. Bir saniyeliğine dengemi sağlayamadığım anda omzumda bir el hissettim. Beni tutan kişi Çetin değildi, bir kadındı. Kumral saçları omuzlarından dökülüyordu. Onu daha önce hiç görmemiştim. Kimdi ki bu kadın?
"Gel, seni odana çıkaralım."
Kadını başımla onaylayıp destek almak için koluna tutundum. Sanki ışıklar yanıp sönüyordu, zemin altımdan kayıyor gibiydi. Merdivenleri nasıl çıktığımı bilmiyorum. Bilincim tam olarak açık değildi. Kadın beni yatağa oturttuktan sonra dolaba yönelip bordo rengi bir kazak çıkardı ve masanın üzerine bıraktı.
"Önce üstünü değiştir, sonra da biraz dinlen." dedikten sonra kim olduğunu soramadan odadan ayrıldı.
Üzerimdeki kazağı çıkarıp yere attım. Kusarken karnım kasıldığı için yaralarım gözlerimden yaşların akmasına sebep olacak kadar çok acıyordu. Parmaklarımı alnıma götürüp şakaklarımı hafifçe ovaladım. Tüm bunlar yetmezmiş gibi bir de ağrı girmişti başıma.
Bordo kazağı üzerime geçirdikten sonra yorganın arasına girdim. Sırtımdaki kesikler sırt üstü yatmama izin vermiyordu. Sağa doğru yatamamamın sebebi ise karnım ile belim arasındaki bölgede kalan yanıktı. Tek seçeneğim olan sol tarafıma dönerek uzandım. Uyumayı denedim fakat bir türlü başarılı olamadım. Sanırım bünyem uykuyu da reddediyordu. Eski halime dönmem uzun sürecek gibi görünüyordu.
Gözlerimi her kapattığımda Majeste'nin maskesini görüyordum. Elindeki bıçağı rastgele sallıyor ve her bir darbesi bedenimde derin çiziklere sebep oluyordu. Daha sonra elindeki elektroşok cihazını hatırladım. Gözlerimi hızla açtım, elim refleks olarak karnımın üzerine gitmişti. Bunları düşünmek istemiyordum. İşte tam o an bir çift yeşil göz düştü aklıma.
Yanımda olmasa bile beni acılarımdan kurtarıyordu. Sanki şu an tek ihtiyacım ona sımsıkı sarılmakmış gibi hissediyordum.
Onu ilk gördüğüm an gözlerimin önünde canlandı. Apartman kapısına yaslanmıştı. Üzerinde siyah pantolon, siyah tişört ve bir deri ceket vardı.
Karanlıktan korkan ama siyaha aşık bir adam...
'Kalbimi seninle süsledim.' demişti bana.
'Ben simsiyahım, yazık olmuş kalbine.' dediğimde gülümsemiş, her zaman olduğu gibi gözlerini gözlerime dikmişti.
'Ama siyah benim en sevdiğim renktir.' diye yanıtlamıştı beni.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
EKİP
ActionBir elin beş parmağı... Biri olmasa hepsi eksik, hepsi yarım. Ama eğer bir aradalarsa sırtlanabilirler yükünü tüm dünyanın. Onlar kanlı bir çemberin içinde sürdüyorlar hayatlarını. Etrafta ceset kokusu var, bir de acıyla örülmüş duvarlar... Sıkışıyo...