Merhabalar. Bu bölümde okumaktan hoşlanmayacağınız kısımlar olabilir. Eğer rahatsızlık duyacaksınız atlamanızı rica ediyorum. Sarıldım kaçtım.
Tamino, Indigo Night
Elimdeki erikleri yere düşürdüğüm o gün neden bu kadar çok ağlamıştım?
Gözyaşlarım yüzümü gerginleştirene kadar soğukta oturup yere düşürdüğüm erikleri izlemiştim. Yusuf'u alıp götürdükleri yaştaydım. Onu nereye götürdüklerini bilmediğim, bilmemenin beni içime küstürdüğü yaştaydım ve bu yaşın içinden sıyrılmak istiyordum. Eski bir libas misali üstümden yere düşsün diye çaresiz bir bekleyişe yapışıp kalmıştım. Kurtulamadıkça çırpınıyordum. Küçücük bir çocuğun çırpınışları dışarıdan bakıldığında acıklı bir filmin en can alıcı sahnelerinden birini anımsatıyordu. İzleyen herkesin burnunun direği sızlıyordu.
Erikleri yerden alıp soğuk bir suyla yıkadıktan sonra çocuklara dağıtmalıydım. Ben Yusuf yokken de onlarla oynamaya, gülmeye, çekişip durmaya devam etmeliydim. Fakat ben Yusuf yokken bunların hiçbirini gerçekleştirmeye yaklaşamıyordum.
Çocuklar unutkandır diyenler yalan mı söylüyorlardı?
Hafızam en çok çocukken içine aldıklarıyla donatılmış gibiydi.
Gözlerimin önünde bir facia gerçeklemişti. Kirpiklerim ne zaman birbirlerinin üstüne kapansa o görüntüye gebe kalıyordum. Sancıyla kıvranıp duruyordum. Nereye dönsem oradan parçalanıyordum. Düşük yapmak için olmayacak yöntemlere başvuran bir kadındım sanki. Anne olmaya hazır değildim. Anne olmanın sorumluluğunu alacak kadar kuvvetli hissetmiyordum. Bacaklarım, ayak bileklerim, iç organlarımın her biri acıdan uyuşurken, bu faciadan düşük yaparak kurtulmak istiyordum. Kendimi başka türlü kurtaramayacak gibiydim.
Avucumun içine dolan kan orada kurumuştu. Kazıyarak yıkamıştım. Yine de nasıl oluyorsa her baktığımda orada kızıl lekeler görüyordum. Ben avucumun içinde masum bir çocuğun kanını taşımak istemiyordum.
Bütün çocuklar süt kadar beyaz, anne kucağı kadar sıcak değiller miydi?
Ben kimin çocuğu olduğuyla ilgilenmediğim o küçücük bedenin gözlerini aklımdan çıkaramıyordum. Kalbimin içi iltihaplı sivilcelerle kaplanmıştı sanki. Her yeri lekeydi. İltihap göğsümü esir almıştı. Çıkmaz sokağın başında inlerken, kan dolu avucumu göğsüme bastırmaya devam ediyordum ve ağlamayı bir türlü bırakamıyordum. Sessiz ağlayışım başka birinin kulağına gitmiyordu ama gitse ne fark ederdi? Çektiğim acıyı gizleyemeyecek kadar bitkin haldeydim.
Odamın kapısını açıp dışarı çıktığım her an buna pişman olmuş bir vaziyette geri dönüyordum. İyi değildim. Günler önce bu odadan çıkan o keyifli genç kadının her yanı uyuşmuştu. Yine de uyuşan yerlerimin bile acıyı hissetmeyi bırakamadığı noktadaydım ve buradan nasıl uzağa gidilir asla bilmiyordum. Kimse bana bunu öğretmemişti. Demek ki öğretilecek bir şey değildi. İnsan bazı şeyleri ancak kendisi yaşadıkça öğrenmeye muhtaçtı.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Kafes
General Fictionİlk kez koca koca adamların kelamlarını takip etmek için siyah masanın etrafındaki koltuklardan birine oturduğumda on dokuz yaşındaydım. O kadarcık kızın öyle takım elbiseli, ciddi suratlı, ağır laflı adamların içinde ne iş yaptığını sorgulayan düzi...