Dedublüman, Belki
Gazapizm&Melike Şahin, Olur MuYanık Cihangir'den
Önüme bırakılan pilavın kokusunu aldım ve midem ayağa kalktı. Üstündeki ete, yanına koyulan helvaya bomboş bakışlarımla bakarken midem cehennem gibi yanıyordu. Çocukken ateşlendiğimde kusardım. Sonra hiç kusmadım. Kusmanın berbat olduğunu hatırlamak yeterdi. Hem çocukken olduğum kişi değildim. Kemiklerim gibi midem de sağlamlaşmıştı. Belki de taş kesilmişti. Ne kadar içersem içeyim kusma isteği peyda olmazdı bende. Kusma isteğini yaşadığım sürece çıkarmış gibiydim. Öyle sanıyordum.
Çıkaramadığımı o pilavla beraber getirilen helvaya bakarken anladım. Oturduğum yerden sessizce kalktım. Ben hep sessizce dururdum, sessizce kalkar giderdim ve sessizce işimi yapardım. Kimse bunu yadırgamazdı. Eğer ses çıkarırsam gözler üstümde toplanırdı. Ses çıkarmam ekstraydı çünkü. Benim sesim çıkıyorsa, orada mutlaka dinlenmesi gereken bir şey varmış gibi bakan insanlar görürdüm.
Midemin içi bomboştu. En son ne yediğimi hatırlamıyordum. Bundan sonra da ne yediğimin zerre kadar önemi yoktu.
Onların arkasından pişirilen pilavla helvayı yememi kim beklemişti? Bir daha görmek, kokusunu duymak istemeyeceğim bu yemeği önüme bırakan kimdi? Bilmiyordum. Bakmıyordum. Baktığım yerde kimsenin suretini netleştiremiyordum. Baktığım yer boştu. Benim içim kadar boş değildi ama bomboştu.
Evin alt katındaki küçük banyoya kapandım. Suyu açtım. Öğürdüm. Boş midemi bu kadar yakan neydi? Dilimi ısırdım. Kanatacak kadar. Metalik tadı alıp biraz daha öğürdüm ve yanan sadece midem olmadığı için gözlerimden dökülen yaşlarla beraber dizlerimin üzerine çöktüm. Tekrar öğürdüğümde midemde kaynayan sular geliyordu sanki ağzımdan.
Üç gün olmuştu. Üç gün az mıydı? Üç gün bunca saat ediyorken, her saatiyle beni bu hayattan daha çok alıkoymaya ant içerken az mı sayılırdı?
Kustuğum acı sular yetmiyordu. Ben bir şekilde atmayı beceren sikik kalbimden de bu sular gibi kurtulmak istiyordum.
Derimin altında içimi dürten şey benim biraz daha eğilmeme neden oldu. İçime bir şey batmadı. İçim içimi esir aldı. Orada büyüyen her şeyin sorumlusu bendim. Her şey benim yüzümdendi. Her şey benim yüzümden olmamıştı ama içim içimi esir alarak beni suçlamıştı.
Ölmem gerekiyordu. Benim en çok ölmem gerekirken, yaşamanın zehirden farksız tadını ciğerlerime yolladığım havayla aldım. Bundan iğrendim. Bundan uzaklaşamadım. Kurtulamadım.
Yaşamaktan kurtulamadım.
Avuçlarıma doldurduğum suyu yüzüme çarptım. Aynadan gördüğüm yüzüm kül rengiydi. Parmaklarımı boğazıma sardım. O küller benim boğazıma da dolmuştu. Gözlerim kan çanağıydı ama gözlerim hâlâ gördüklerine göre türlü işkenceleri hak ediyorlardı.
Banyonun kapısına vuruldu. Sesim çıkmadı. Tekrar vuruldu. Kilidi çevirmediğim için vuran kişi içeriye girdi. Cafer arkama geçip aynadan yüzüme baktı. Avuçlarıma tekrar su doldurdum. Tekrar yüzüme çarptım. Bunu iki kez daha yaptım. Cafer bekledi. Sonra bana bir havlu uzattı yüzümü silmem için. Aldım, yüzümü sildim. "Rabia sultan için bir doktor geldi," dediğinde havluyu yüzümden çekip kenara koydum. "Sen bakacakmışsın. Misafirlere bir şey belli etmeyecekmişiz. Baba dedi."
Baba bir şeyler diyebiliyordu çünkü acıdan kıvranırken bile düşünme görevi onundu.
Buz tutan ellerimi bir yere sığdıramayarak iki yanımda tuttum. Cafer'e cevap vermeden banyodan çıktım. O da arkamdan geldi. Üç gündür Rabia anneyi görmemek için evin eşiğinden bile geçmemiştim. Babanın yanına gidip bunu bana yapmamasını söylemeye hakkım yoktu. Benim cezam belliydi. Çekecektim.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Kafes
General Fictionİlk kez koca koca adamların kelamlarını takip etmek için siyah masanın etrafındaki koltuklardan birine oturduğumda on dokuz yaşındaydım. O kadarcık kızın öyle takım elbiseli, ciddi suratlı, ağır laflı adamların içinde ne iş yaptığını sorgulayan düzi...